Bir huzursuzluk vardır Ataç'ta, kendi seçişine karşın yaşanan bir mutsuz bilinç. Sorun şurada: Tıpkı Meriç gibi ayna ilişkisinin ikili karşıtlığının dışına çıkamaz Ataç: Bu donmuş karşıtlığı bozacak, harekete geçirip dönüştürecek bir üçüncü terim yoktur onun için: Onlar ve biz: Onlardan olmayan ama bizden de farklı olan bir üçüncü tarafın ("Antiller", diyelim, veya "elin Arabı") harekete geçirici varlığını aramamıştır hiç. Bulabildiği tek çözüm, tek rahatlama, karşıtlığın mekânsal (coğrafi) yönünü, belki bir gün kapatılabilecek bir zamansal gecikmeye indirgemektir: "Batıya gidiyoruz, gideceğiz" (131).
Oysa sömürgecilikten sonra egemen Batı kültürünün gerçekleştirdiği belki en etkili deplasman da bundan başkası değildir: Farkı coğrafya alanından tarih alanına aktarmak. Bu deplasmanla Caliban'ın eşzamanlı mekânsal farklılığı bastırılır ve "yerliler" bir kronolojik hiyerarşi içinde “yaşlı ve olgun Batı"nın gençliğine dönüştürülür: Bizim geçtiğimiz yoldan siz de geçeceksiniz -ve tarih “durmadığı için de bulunduğunuz yere hep geç kalmış olacaksınız. Yersizleştirilen yerlinin bir tarihsel anlatı içinde tutuklanmasıdır bu.
Merak duymadan, soru sormadan, kuşkulanıp tartışmadan nasıl mutlu oluruz? Düşünmenin keyfinee varmadan?
Başımızı uçuran bir kılıç darbesine benzeyen o iki kelimenin anlamı, fikirlerimize zıt olsa da hissettiklerimizi ve yaptıklarımızı yaşamak talebinden daha az değildir, kapsamlı bir şekilde ikiye bölünme talebidir o kelimeler, her mutluluğun çekirdeği olan şeyi, hayatımızın ruhsal bütünlüğünü ve uyumunu feda etme emridirler.
Kürek mahkumu zincire vurulmuştur, ama canının istediğini düşünebilir.
Oysa Tanrı bizden, köleliğimizi kendi ellerimizle ruhumuzun en derinlerine kadar sokmamızı ve bunu gönüllü olarak, keyif duyarak yapmamızı talep ediyor. Bundan daha büyük alay olur mu?
Madonna Sistina.
Rafael'in en ünlü tablolarından.
1512-1514 tarihleri arasında yapıldığı kabulleniliyor.
Hz. Meryem, kucağında çocuk İsa (bambino) ile birlikte, bulutların üzerindedir. Yüzünde biricik oğlunun başına gelecekleri bilen bir annenin endişesi okunmaktadır. Geleceği görür gibi korkuyla bakar.
Hz. Meryem'in önüne doğru,
Buna ister anlam de ister kader. Dünyada her şey imparatorlar ve krallar tarafından değiştirilemeyecek kurallara bağlıdır" dedi “Tanrılar'ın bile onu değiştirmesi mümkün değildir.onlar sadece kuralları bizden daha iyi anlarlar"
İnsanlar âleminde de aynı durumun örneklerini bulmak zor değildir. Örneğin fast-food’u ele alalım. Yorucu bir günün ardından, kurt gibi aç çocuklarınızla birlikte evinize doğru ilerlerken, bir defaya mahsus olmak üzere bir McDonald’s veya Burger King’e uğramak gözünüze gayet mantıklı görünür. Yemekler pahalı değildir. Üstelik son derecede lezzetlidir. Neticede, işlenmiş et, tuzlu patates kızartması ve şekerli kota tüketmenin tek bir öğünde sağlığınıza vereceği zarar çok fazla otamaz, öyle değil mi? Nasıl olsa her zaman yapmı-yorsunuzdur bunu.
Ama alışkanlıklar bizden izin almaksızın ortaya çıkar. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, ailelerin düzenli olarak fast-food tüketmek gibi bir niyetleri genellikle yoktur. İşaretler ve ödüller yeni bir alışkanlık yaratırken, ayda bir otan tüketim sildiği önce haftada bire, sonra
haftada ikiye çıkar ve sonunda çocuklar sağlıksız miktarlarda hamburger ve patates kızartması tüketir hale gelirler. Kuzey Texas ve Yale üniversitelerindeki araştırmacılar ailelerin fast-food tüketimlerini neden yavaş yavaş artırdıklarını anlamaya çalıştıklarında, tüketici davranışlarını etkilemekte olduğunu çoğu kişinin hiç fark etmediği bir dizi işaret ve ödül buldular. Alışkanlık döngüsünü keşfettiler.
Selimiye sadece kulun Allah huzuruna vardığı görkemli bir ibadet evi değil, adeta soyut, gizemli yüce bir varlıktır, bir Pederşahtır. Ve görevi sadece dini bir görev değildir. Bunu Edirne'nin ünlü arabacısı Mustafa ağa ne güzel anlatmıştı: Balkan bozgunundan evvel tanıdığı bir Bulgar, bir gün ona demiş ki: "Yetmiş bin askerden bizden bir asker de kalsa bir gün Edirne'yi sizden alacağız"! Sonra eklemiş. "Alacağız, lakin biz Edirne'de barınamayız. Çünkü biz Selimiye'den korkuyoruz. Değil mi ki Edirne'de Selimiye var biz orada eziliriz, oturamayız". Ve Bulgar işgâlinde Edirne'den kaçan Yusufçuk kuşlarının Türklerle birlikte, o serhat şehrine geri dönüşünü anlattı tatlı tatlı.
Karanlık içinde aydınlık için savaşıyoruz.
Hiçbir şey doğru değildir, her şey mübahtır.Dinleyin. Kimsenin bize ne yapacağımızı söylemesine ihtiyacımız yok. Kendi yolumuzu izlemekte özgürüz. Bu özgürlüğü bizden alanlar olacak, ve bir çoğunuz bunu seve seve kabullenecek. Ama bizi insan yapan, neyin doğru olduğuna inanıyorsanız, seçme özgürlüğümüzdür. Sana yolunu gösteren cevapları verecek ne bir kitap ne de bir öğretmen var. Kendi yolunu kendin seç! Beni takip etme ya da bir başkasını.
Biz, memleketimizin mesut olması için, Avrupa kanunlarını tercüme edip almanın kâfi geleceğini zannettik. Ve bu kanunların bizde kabul ve tatbik olunabilmesi için, onlarda yapılacak birkaç değişikliğin yeteceğini hayal ettik.
Meselâ: Adalet sistemimizi islâh etmek için Fransız adalet sistemini esas aldık. Halbuki Fransız cemiyeti, bizimkine aslâ benzemeyen, aslı ve menşei, ruh hâli, âdetleri ve gelenekleri, irfânı ve medeniyet seviyesi ile bizden pek farklı olan, ihtiyaçları ise çok ve çeşitli bulunan bir toplumdu.
Fransız adalet sistemi mükemmel oluşu ile bizi cezb etti. Bu da, bizce kabul olunması için kâfi görüldü. Halbuki Fransa'ya hiç bir şekilde benzemeyen bizimki gibi bir memleket için, bu sistemin uygun olup olmadığını kimse düşünmedi. Bu tarzda icra ettiğimiz adliye islâhatının, bunca seneler ça lıştıktan sonra mâlum şekilde ve hiç derecesinde neticeler vermesi şaşılacak birşey değildir.
Tefekkür binası da bol malzemeyle inşa edilir; her bir kelime, her bir kavram/mefhum, bir inşa malzemesidir.
Islah yerine ılga, acizlerin işidir.
s.13
Tasavvuf, öncelikle çok ciddi bir disiplindir.
s.17