Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
gerçeküstücülük,bu ilişkinin her zaman tıbbi gözlem modeline göre kurulmasını ön görmüştür.işin içine keyfiyet girmeden tek bir olay atlanmaz,hatta tek bir ad değiştirilemez.bazı olayların dolaysız,şaşırtıcı akıl dışılığının ortaya çıkartılması bunları kaydeden insani belgelerin kesin biçimde özgün olma koşulunu gerektirir.içinde son derece etkili bir soruşturmanın yer alacağı zaman dilimi hiç bir şey eklenemeyecek ve hiç bir şey çıkarılamayacak kadar güzel olmalıdır,çok güzel olmalıdır.ona hakkını teslim etmenin tek yolu bu zaman diliminin gerçekten akıp gittiğini düşünmektir,bu zaman diliminin insanda böyle bir izlenim uyandırmasıdır.
Anlattıklarını dinledim ve her kelimesini hafızama işledim. Sanki insan rüzgara kapılan bir yaprak veya dağılana kadar gökyüzünde dolaşıp duran bir bulutmuş gibi başına gelenlerden dolayı kaderini sorumlu tutuyorsun. Fakat ben aynı kanaatte değilim. Allah sana güçlü bir vücut ve zeki bir kafa vermedi mi? Lokman'a rastladığın zaman bu meziyetlerini nerede bırakmıştın? Aklın başında değil miydi? Yoksa bir ruh hastalığına mı tutulmuştun? Veya derin bir uykuda mıydın? Böyle bir durum seni kurtarabilirdi. Aksi halde ise...
Sayfa 137Kitabı okudu
Reklam
Kalbimden neler geçtiğini, kafamda biriktirdiklerimi, tasarladığım her şeyi bildiğini düşünüyorum. En azından tüm bunları hissettiğini. Belki de böyle bir beklenti benimkisi. Çünkü bunları asla sana söylemeyeceğim. Asla söyleyemeyeceğim. Oysa o kadar dilimin ucundalar ki. Rüzgâr esse düşecekmiş gibi, gözlerime baksan, giderken başını bir kez geriye çevirsen, ağzımdan dökülüverecek kadar dilimin ucunda. Uzunca susuşlarım, ağzımı bile açmadan öylece kalakalıp, bakışlarımı kaçırışım hep bundan. Burada hava her geçen gün biraz daha soğuyor. Zaman diyorum biraz daha zaman Dilimin ucundaki kelimeler bu kış da donmazsa bir dahaki yıl uçmayı öğrenecekler. Biraz zaman diyorum. Kalbimin bir yanı sıcak kalabilirse bu kış, bir delilik daha yapacağım. Ne bir portakal bahçesinde dolaştım ne de bir posta treninde yolculuk ettim. Çiçekler bir açmaya görsün, bir çılgınlık yapıp hatır için öleceğim. Aslında seni çok…
Ne olur, bana söyleme! Aman ha, söyleme! Demokrasi adına halk dalkavukluğundan bıktım usandım artık! Bütün kurumlarıyla işlemeyen bir demokrasi neden kutsal inek olsun? Şöyle söyleyeyim, düşün bak, eğer basın bir tekeller basınıysa, işbirlikçiyse ve sen bu basına karşı çıkıyorsun, demokrasi var diye, böyle bir basının özgürlüğünü nasıl savunursun? Çayırtepe Karakolu'nda senin başına gelenleri askerlere yükleyip, rahatlayacak kadar safdil olamazsın, dökülen her damla kandan başta Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan, o dönemin bütün sivil siyasileri sorumludur! Bir başbakanın icrası, on yedi yaşında bir çocuğun boynuna geçirilen iple sonuçlanıyorsa, o adam hiçbir şey yapamıyorsa, intihar etmesi gerekli değil midir? Yok, böyle gergedan derisi yüzsüzlüğü! Hıyanet özgürlüğü diye bir şey olamaz. Diyorum ya, çıkarcı'bir değerlendirmeyle SHP açısından baktığım zaman da anlamıyorum! Şöyle ya da böyle temizlenmiş bir siyasal arena var. Neden tertemiz başlayamayasınız? Neden gidip yine o adamların popolarına giresiniz? Neden pisliğe bulaşmamış kadrolara şans tanımazsınız? Bu 'asr-ı saadet' yutturmacası nereden çıkıyor?
Sayfa 289Kitabı okudu
Herkes yabancılaşmıştı, yabancılaşıyordu. Toplum kuralları ve çevremizde tahkim ettiğimiz maddi dünya, bizi bu yabancılaşmadan koruyan gardiyanlardı adeta. Yolumuzu şaşırdıkça, alışkanlık denen ılık kaplıca sularının içine gömülüp rahatlıyorduk. Sonunda bize yol gösteren şey; evde her zaman oturduğumuz koltuğun aşina yumuşaklığı, gözü kapalı çevirebildiğimiz banyo musluğu ve başımızın yastıkta bıraktığı iz oluyordu. Kendi egemenlik alanını belirlemek için ağaçların altına sidik fışkırtıp sonra kendini bu sidiğin sınırları içinde güvenli hisseden köpeklere benziyordu insanlar da; aşina kokular ve aşina eşya arasındaki bir mutluluk formülü. Dostoyevski Avrupa'dan Rusya'ya dönüşünü, "Eski pantuflalarıma ayaklarımı sokar gibi" betimlemesiyle açıklamıştı. Eski pantuflalara ayakları sokmak... Güzel sözdü doğrusu ve insanlar böyle yaşıyorlardı. Eğer bu tanıdık dünya olmasa, kendilerini bir mahzende büyütülüp sonra birdenbire kent meydanına atılan Kaspar Hauser gibi hissedecekleri kesindi
"Gözlerini kapatman, hiçbir şeyi değiştirmez. Gözlerini kapattın diye, hiçbir şey silinip gitmez. Bu bir yana, gözlerini bir sonraki açışında her şey daha da kötüleşir. Biz işte böyle bir dünyada yaşıyoruz, Nakata. Adam gibi gözlerini aç! Göz kapamak, korkakların işidir. Gerçeklere göz yummak çok alçakçadır. Sen gözlerini kapatıp kulaklarını tıkasan bile zaman akmaya devam eder. Emin adımlarla."
Reklam
Düşünüyorum da, Sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek. Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi, Naif yönlerimizin keşfedilmesi, Cesaretsizliğimizin anlaşılması, Korkularımızın paylaşılması Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti. Kabuklarımızın altında kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız Ve ne kadar güçlü korunuyoruz,
Onu sanki gençliğimde yitirdim, olgunluk çağımda yeniden buldum; o artık yokken ! Her erkeğin, bu arada babamın da, mutluluğu yakalamak için yanlış yollara da sapmaya hakkı olduğunu ancak saçlarıma aklar düştüğü zaman anladım. Ancak o zaman onun yanlışına saygı duymaya başladım.Senin de benim yanlışlarıma benzer saygıyı duymanı dilerim oğlum. Seninde kimi zamanlar böyle yanlışlara düşmeni dilerim. Ve umarım sen de acımasızlık noktasına varmana dek seversin, ve dilerim sen de yaşamın soylu çekiciliklerini uzun süre algılayabilesin...
Hayatım boyunca kendimi bir yazar, bir şarkıcı, bir düşünür, ne bileyim bir sanatçıyla özdeşleştirmek istedim. Kendisini her televizyonda gördüğümde, eserleriyle her karşılaştığımda "Hah ! Tam benim kafamdan birisi... Hah ! Aynı benim gibi birisi..." diyebileceğim birisiyle karşılaşmak istedim. Ama kısmet değilmiş, böyle birisi şimdiye kadar karşıma çıkmadı. Aslında yalan söyledim. Hiçbir zaman kendimi özdeşleştireceğim birisini aramadım. O zaten her zaman yanı başımdaydı. Ama ne yazık ki bu durumdan çok fazla utanıyordum. Bir süre ona uğramamaya, yanına yaklaşmamaya, ondan kaçmaya çalıştım ama olmadı. En sonunda gerçeği kabul etmeye karar verdim. Ben diğer insanlar gibi yaşamımı, hayata bakış açımı Jim Morisson, John Lennon ya da Dostoyevski'yle özdeşleştirmiyor, kendimi onlar gibi göremiyordum. Ben ne yazık ki köşedeki sokaktaki, BİM marketiydim.
Her gün bu kadar güzel mi bu deniz? Böyle mi görünür gökyüzü her zaman? Her zaman güzel mi bu kadar, Bu eşya, bu pencere? Değil, Vallahi değil; Bir iş var bu işin içinde
Reklam
Hınç nedir bilmeyişim, hınç konusunda aydınlanışım, –kim bilir bunda da uzun hastalığıma nasıl minnet borçluyum! Bu sorun öyle kolay değildir: İnsan onu hem güç içindeyken, hem de zayıflık içindeyken yaşamış olmalı. Hastalığa karşı genel olarak söylenecek bir şey varsa, o da hasta insanda asıl kurtulma içgüdüsünün, korunma ve savunma içgüdüsünün bozulmasıdır. İnsan hiçbir şeyden sıyıramaz kendini, hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir şeyi geri çeviremez, –herşey yaralar. İnsanlar, nesneler sırnaşıkça sokulur, yaşantılar pek derinden koyar adama; anı, irin toplayan bir yaradır. Hastanın elinde bir tek büyük ilaç vardır bunlara karşı: Rus yazgıcılığı dediğim şey, o başkaldırma bilmez yazgıcılık; bununla Rus askeri sefere artık dayanamaz olunca, karın içine uzanıverir. Bundan böyle hiçbir şeyi kabul etmemek, üstüne almamak, içine almamak, hiçbir tepki göstermemek... Ölme yürekliliği değildir bu her zaman; yaşam için en tehlikeli koşullar altında yaşamı koruyan bu yazgıcılıktaki büyük sağduyu, metabolizmanın azalmasında, yavaşlamasındandır; bir çeşit kış uykusu istemindendir. Bu mantıkla birkaç adım daha gittik mi, bir gömütün içinde haftalarca Hind fakirine varırız...
Öyle günlerim oluyor ki, etrafımda küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Taşıp dökülecek kadar kendi kendimi doyurduğumu hissediyorum. Kafamda, hiçbir şeyle değişilmesi mümkün olmayan muazzam hayaller, bana her şeylerden daha kuvvetli görünen fikirler birbirini kovalıyor... Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birini arıyorum. Bütün bu beynimde geçen şeyleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman ne kadar hazin bir hal aldığımı tasavvur edemezsiniz. Kış günü sokağa atılmış üç günlük bir kedi yavrusu gibi kendimi zavallı hissediyorum. Odamdaki duvarlar birdenbire büyüyüveriyor. Pencerelerin dışındaki şehir ve hayat bir anda, insanı boğacak kadar kudretli ve geniş oluyor... Zannediyorum ki tasavvuru bile baş döndüren bir süratle hiç durmadan koşup giden bu hayat ve bir avuç toprağının bile doğru dürüst esrarına varamadığımız bu karmakarışık dünya beni bir buğday tanesi, bir karınca gibi ezip geçiverecek... Böyle acz içindeyken odamda her şey bana küçüklüğümü ve zavallılığımı haykırıyor. Sokağa fırlıyorum. Bir tek yakın çehre görsem de yanında yürüsem, hiç ses çıkarmadan yürüsem diyorum. Halbuki ara sıra karşılaştığım ahbapları görmemezliğe geliyorum. Hiçbiri bana bu anda yardıma çağrılacak kadar yakın görünmüyor. Bilmem beni anlıyor musunuz?
Bütün gece yağmur yağdı. Küçük havuzum bir gecede, ağzına kadar dolu bir göl oldu. Uyandığımda, su kaplamıştı her yanı mavi, derin ve uçsuz bucaksız. Bir gecelik yağmur, nasıl da bir göl yarattı küçük havuzumdan? Dün gece geldi yağmur ve aralıksız yağdı karanlık saatler boyu. İlkin anlamamıştım böyle bir mucizenin olacağını. Karanlık odamda yatarken Sravana gecesine sarmalanmış ve dinlerken tarlalarda inleyen rüzgarı, bilmiyordum böyle bir mucizenin olacağını. Şimdi bakın gözyaşlarımdan oluşan şu engin denize, kar beyazı bir nilüfer yüzüyor üzerinde yalnız bir nilüfer, parlak, iyice açmış ve neşe dolu güneşe dönük yüzü. Kim bilir ne zaman açtı bu nilüfer, sonu görünmeyen bu gözyaşı denizinde? Tek başıma oturmuş bakarken bu nilüfere, şaşıyorum geceki hüznümün tomurcuğuna. Tüm kırgınlıklarımdan, uyanık kaldığım gecelerin gözyaşlarından ve sert rüzgarların dağıttığı iç çekişlerimden, nasıl oldu da açtı bu nilüfer? Bu beyaz ve saf nilüfer, nasıl oldu da çıktı gecelerin hüznüyle dolu yüreğimden?
Sayfa 117 - 101 Şiir
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.