ㅤ
‘’Fakat Tanrı zaman zaman insanı, düşünülemez olanı düşünmek zorunda bırakır.’’
Hugo ve Nebula gibi birçok prestijli ödüle layık görülen Amerikalı yazar
Ursula K. Le Guin, yazdığı çocuk edebiyatı ürünleri, şiirleri ve denemelerinin yanı sıra içerisinde bilim-kurgu ve fantastik eserlerinin de bulunduğu spekülatif kurgu alanında da birçok çalışmaya imza atmıştır. Yazar bir anne ve antropolog bir baba ile büyümek şüphesiz ki kendisine ve yazın dünyasında yakaladığı başarısına epey katkısı olmuştur.
Joanna Russ gibi gerçeküstü hayaller kuran kadın yazarlarla birlikte ismini bilim-kurgu alanına altın harflerle yazdırmıştır. Le Guin, yaklaşık 4 yıl önce, yani 2018’de tam 88 yaşındayken bu dünyadan göçüp gitti, ben ise ölüm haberini aldığım esnada kendisinin
Mülksüzler kitabını ayıla bayıla okuyordum ve haberi duyduğumda çok üzülmüştüm cidden. Bu denk gelişten ötürü müdür bilmiyorum ama nedense yeri bende çok ayrıdır Le Guin’in. Şimdiyse biraz Le Guin’in kaleminden ve yazdığı dönemdeki edebiyattan bahsetmek istiyorum.
Dünya 1950’lerde büyük bir felakete şahit olmuştu: bu felaketin adı Vietnam Savaşı (1955-75) idi. Savaşı kaybeden taraf olan ABD, bu savaşa 1963’te katılmıştır. Birleşik Devletler ordusu savaş sırasında işkence, tecavüz, toplu infaz, sivillerin öldürülmesi ve kimyasal silah kullanmak gibi pek çok savaş suçu işlemiştir. Ursula K. Le Guin, 1972’de kaleme aldığı
Dünyaya Orman Denir adlı novellasında ise açıkça bu konuyu hedef alıyor. ABD’nin Vietnam Savaşı politikasına ve ordunun işlediği savaş suçlarına doğrudan göndermeler yapan Le Guin, genel anlamda bu eserinde anti-militarist bir tavır sergiliyor. Eserin tam olarak içeriğine biraz sonra değineceğim, öncelikle dönemin edebiyatına değinmekte fayda var.
"... içlerindeki, serbest bırakmayacakları köklerini kopararak, inkâr etmeye çalışacakları tanrılar tarafından yönetilerek işkenceyle öldürmeye ve yok etmeye devam edecekler." (s. 40)
Amerika’da Vietnam Savaşı’nın sebep olduğu karanlık ve kasvetli bir atmosfer hakimken, 1960’ların ortalarında savaşa yönelik sert tepkilerin ortaya çıktığı dönemde, bilim-kurgu da bu atmosferden payını almıştır. Önceki yıllara nazaran donuklaşmış ve kendine yeni bir aksiyon yaratamayarak aynı temalarda sıkışıp kalmıştır. Birtakım ‘’jöntürk’’ yazarlar, bilim-kurguyu yeniden harekete geçirmek amacıyla adeta uyuyan güzeli uyandırmak adına bir akım başlattılar. Bu akımın adı ise Yeni Dalga (New Wave) idi. Akımın öncü yazarlarından biri olan
J. G. Ballard’ın şu sözü akımı özetler niteliktedir: “Asıl yabancı gezegen dünyamızdır.”
Bu akımla birlikte sert-bilimkurgu diye adlandırılan klasik uzay mekikleri, gezegenler arası savaşlar ve ışın kılıçları gibi klişelerden ziyade hafif-bilimkurgu diye bilinen ve daha çok insan psikolojisine ve kendi dünyamıza odaklanan bir türe geçiş başlamıştır. Bu akımın başlıca bilinen yazarları ise şöyle:
İşte İnsan eserine yazdığım yazıda da Yeni Dalga akımından biraz bahsetmiştim, dileyen şuradan bakabilir, bkz: #138729908
Yazarımız Le Guin ise bilim-kurguda Yeni Dalga akımı hakkındaki düşüncelerini şu sözlerle dile getiriyor:
‘’Tüm kapılar açılıyor gibiydi…’’
“Daha önceki yazar ve eserlere hiçbir biçimde haksızlık etmek veya bunları küçümsemek istemem, fakat bilimkurgunun 1960’larda değişim geçirdiğini söylemek yanlış olmaz. Bu değişim genel olarak yazar ve okurların sayısında, konuların çeşitliliğinde, bunların ele alınışındaki derinlikte, kullanılan dil ve tekniğin olgunluğunda ve eserlerdeki politik ve edebi bilinçte izlenmiştir. Altmışlı yıllar hem tanınmış ve yeni yazarlar, hem de okurlar için bilimkurguda heyecan verici bir dönemdi. Tüm kapılar açılıyor gibiydi…” —
Ursula K. Le Guin
Bu akımı bir nevi ‘sosyolojik bilim-kurgu’ diye adlandırsak herhalde yanlış bir ifadede bulunmuş olmayız. Hem form hem de içerik olarak büyük bir değişiklik tecrübe eden bilim-kurgu artık pozitif bilimler yerine sosyal bilimler tercih edilen bir yazın alanına dönüştü. Eserlerinde mekândan ziyade karakter ağırlıklı bir işleyiş gösteren yazarlar, çoğunlukla toplumsal değişimler ile kişilerin psikolojileri ve diğer insanlarla olan etkileşimleri gibi temaları konu olarak ele aldılar. Teknolojiden bahsedilse bile nasıl işlediği arka planda kalıyor ve daha çok teknolojinin bireyler ve sosyal gruplar üzerindeki etkileri ele alınıyordu. Sosyolojik bilim-kurgu alanında en önde gelen yazarlardan birisi de şüphesiz ki
Ursula K. Le Guin’dir.
"Bize boyun eğdiremezsin, biz İnsanoğlu'yuz. Bunun ne demek olduğunu çok yakında öğreneceksin." (s. 8)
Tıpkı Yeni Dalga akımını takip eden
Dune serisinin temeli için seçtiği gibi, Ursula K. Le Guin de bu eserinin kurgusunu ‘ekoloji’ yani ‘çevrebilim’ üzerine kuruyor. Fantastik bilim-kurgu özelliği de taşıyan
Dünyaya Orman Denir sadece ekolojik felaketler temasıyla sınırlı kalmayıp sömürgecilik karşıtlığı, anti-militarizm, pasifizm, direniş ve yerli insanların hakları gibi temaları da ihtiva ediyor. Yazarımız bu temaların yardımıyla üzerinde yaşadığımız dünyada göz ardı ettiğimiz birçok meseleye ışık tutuyor. Kitabı okurken aslında insan olarak ‘insancıllıktan’ ne kadar uzak olduğumuzu ve haksız yere çevremizde ne kadar tahribat yarattığımızı fark ediyoruz. Doğaya, insanlara, diğer canlılara, aklınıza gelebilecek her şeye ve herkese ne kadar kötücül ve pragmatik yaklaştığımızı ve çıkar uğruna neleri mahvettiğimizi çıplak gözlerle görüyoruz.
“Delirmediği sürece insan insanı öldürür mü? Hiçbir hayvan kendi cinsinden birini öldürür mü?” —Selver (s. 31)
Eserin konusuna gelecek olursak;
Kitapta ifade edildiği kadarıyla tarih 24. yüzyıl. Eğer Le Guin’in yarattığı evren olan ‘Hainli Döngüsü’ne (Hainish Cycle) hakimseniz,
Sürgün Gezegeni’nden öncesine denk gelen bir zaman diliminde yer alıyoruz bu eserde. Eğer bu evrene veya Dünyalar Birliği terimine daha önce denk gelmemişseniz de pek önemli bir durum değil bu aslında. Sadece Le Guin’in romanlarını ve öykülerini yaratmış olduğu belli evrenlerde kurguladığını bilmeniz yeterli. Örneğin;
·
Yanılsamalar Kenti gibi eserleri ise ‘Hainli Döngüsü’ (Hainish Cycle) evreninde geçer.
Tamam, asıl şimdi konuya geliyorum;
Bir yanda tipik olarak bizlere çok benzeyen insanların yaşadığı Arz gezegeni var. Arzlılar teknolojik olarak gelişmiş ve bu gelişmelerle birlikte doğayı yok etmiş, doğadan kopmuş, kadınına değer vermeyen, yaşadıkları dünyanın ekolojik dengesini bozan, onu beton yığınına çeviren bir güruh. Terralılar yani Dünyalılar olarak da anılıyorlar. Ne kadar da tanıdık geldi değil mi? Diğer bir yanda ise yemyeşil ormanlarla kaplı olan Athshe gezegeni ve oranın yerlileri olan insansı, boyları bir metreye yakın olan yeşil küçük yaratıklar var. Athsheliler gayet barışçıl, kadınlarına değer veren, doğanın onlar için olan ehemmiyetini kavrayan bir topluluk olarak çıkıyor karşımıza. Tipik bir insan olarak, kendi gezegeninde yeşillikleri tükenmiş bir Arzlı ne yapmalı? Tabii ki güçsüz bir gezegeni kolonileştirmeli, tıpkı 19. yüzyılda yaptığı gibi… Açgözlü Arzlılar, kendi gezegenlerindeki ahşap ve odun ihtiyaçlarını karşılamak amaçlı Athshelileri ve onlar için çok önemli olan ormanlarını ve diğer kaynaklarını sömürmeye başlıyorlar. Koloniler kuruluyor, çiftlikler inşa ediliyor, mayınlar döşeniyor ve yerli halk köleleştiriliyor. Fakat Arzlılar tabii ki bunlarla yetinmeyip bir de yerlileri katledip kadınlarına da tecavüz ediyorlar. Kölelik, şiddet, savaş ve adam öldürmek gibi mefhumların ne anlama geldiğini bilmeyen, pasifist bir kültüre sahip olan Athsheliler ise neye uğradıklarını şaşırıyorlar. Sizce bu durumda tepkileri ne olmalı? El pençe divan durarak sömürülmeye göz mü yummalı? Yoksa anarşizme uyup otoriteyi reddetmeli mi? İşte Le Guin’in tam olarak işlediği konu da bu zaten.
‘’Athshe dilinde dünya kelimesi aynı zamanda orman demektir.’’ (s. 60)
“Arzlı insan çamur ve kırmızı tozdu. Athsheli insan ise dal ve köktü…” (s. 73)
İşleyiş ekseriyetle üç karakter etrafında dönüyor; Arzlı Yüzbaşı Don Davidson, Yüzbaşı Raj Lyubov ve Athshe yerlisi Selver. Davidson ve Lyubov bir madalyonun çift yüzünü temsil ediyorlar. Tam tamına zıt karakterlere sahipler. Davidson merhamet yoksunu, acımasız, ırkçı biri olarak resmediliyor kitapta. Zaten hikâyenin başlarında Athsheli bir kadına tecavüz edişiyle tanıyoruz kendisini. Lyubov da yine Davidson gibi Arzlı fakat Lyubov Athshelilere yaptıklarından pişman olan, vicdan azabı çeken bir karakter. Selver içinse ana karakterimiz diyebiliriz.
‘’Hikâye anlatıcısı aslında hakikat anlatıcısıdır’’ düsturunu benimseyen Le Guin bu karakterleri ve zıtlıkları kullanarak ırkçılık, sömürgecilik, ataerkillik gibi birçok konuyu aynı pota altında eriterek göndermeler yapıyor ve adeta insanlığın düştüğü durumları yüzümüze bir tokat gibi çarpıyor.
Fikir harika, kurgu harika, işleyiş harika yani tam anlamıyla eksiksiz bir kitap. O kadar etkileyici bir eser ki George Lucas’ın hikayesini yazdığı Star Wars’un altıncı bölümü olan ‘Jedi’nin Dönüşü’ (1983) ve James Cameron’ın yönetmenliğini yaptığı Avatar (2009) filmlerine ilham olmuş. Kitabı okurken bu iki film kafamın içinde canlanıp durdu. Bu kadar güzel bir kitaba benim 10 değil de 8 puan vermemin iki sebebi var; birincisi bu kurgu kısa bir hikâye olarak kalmayıp harika bir roman olabilirmiş, Le Guin’in bizi bu zevkten mahrum bırakmasından dolayı, ikincisi ise çeviri vasatın altındaydı hatta berbattı diyebilirim. Kitabın yarısını İngilizce olarak okudum neredeyse. Nasıl ki bazı metinler vardır, orijinal dilinden başka bir dile çevrildiği saniye duygu yitimine uğrar, anlamı ise uçar gider. Bana kalırsa bu metin de tam anlamıyla öyle bir metindi. Onun dışında büyük keyif aldım okurken.
Sonuç
Üzerinde yaşadığımız dünyanın kaynaklarını her geçen gün daha da tüketiyoruz, bu durumda başka topraklar üzerinde hak iddia eden ve maalesef buna göz yuman pragmatik rantçılar her zaman var ve var olmaya devam edecekler. Çok uzağa gitmeden, ülkemizden bile örnek verebiliriz; Kaz Dağları, Salda Gölü, art niyetli bir şekilde yok edilen ormanlarımız gibi… Eğer biz bilinçlenmezsek, sorgulamazsak ve bu rantçı zihniyetle mücadele etmezsek sonumuz Arzlılardan veya Athshelilerden çok da farklı olmayacak… Doğaya bir can borçluyuz.
Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi: “Ağaç, çiçek ve yeşillik uygarlık demektir.”
Sadece bilim-kurgu okurlarının değil, edebiyatla yolu kesişen herkesin okuması gereken bir yazar kendisi. Ursula’nın büyüsüne kapılmak isteyenlere keyifli okumalar diliyorum.
Ve ayrıca bu inceleme bir replik olsaydı: ‘’youtu.be/New8orJPzlo‘’ :))
Şimdi nasıl yaşadığımıza alternatifler görebilecek ve korkuya kapılmış toplumumuz ile saplantılı teknolojilerinin ciğerini okuyabilecek yazarların seslerini duymak isteyeceğimiz zor zamanlar geliyor sanırım. Özgürlüğü hatırlayan yazarlara ihtiyaç duyacağız. Şairlere, vizyonerlere - daha büyük bir gerçekliğin realistlerine.
—
Avatar’a değinmeni bekledim, yine yanıltmadın. 🤓 Benim de okurken aklıma gelmişti. Bilimkurgunun son büyük kalelerinden biriydi Le Guin fakat onu da sonsuzluğa uğurladık, ne de çabuk geçmiş zaman…
Yine harika bi inceleme olmuş. Ellerine sağlık. 🦾
Sonsuzluğa uğurladık fakat ardında yolumuzu aydınlatacak müthiş eserler bıraktı. Son kale terimini sonuna kadar hak eden birisiydi kesinlikle. Keşke daha fazla okunsa... Teşekkür ediyorum. 😌