BİR MASAL GİBİ
Dondurucu soğukta bir an önce evime varabilmek için
hızla yürürken, ayağımın ucunda bir cüzdan gördüm..
Hemen aldım. Sahibini gösteren bir kimlik vardır diye
acele acele açtım.. İçinde üç dolar ve sararıp kat yerleri
yıpranmış eski bir zarftan başka birşey yoktu...
Sol üst köşede yalnızca gönderenin adresi, alıcı adresi
"Lisans eğitimimi burada alacağım ve sonra en iyi arkadaşım, Ian ve ben uçuş okuluna gideceğiz. Pilot olmak istiyorum. Sen ne olmak istiyorsun?"
"Mutlu," dedi gülümseyerek.
Bu harika bir cevaptı.
LOJMAN
Lojmanda oturmak ayrı bir yaşam tarzı. Herkesin kocasının aynı işi yaptığı bir aileler topluluğu bu. Çalışmayan kadınlar için standart bir hayat: Sabah aynı saatte, hatta aynı dakikada evinden çıkan üniformalı kocalar, pencereden kocalarının servis araçlarına binişini seyreden kadınlar, öğleye kadar ev işleri, öğleden sonra kadın
Üstadlar bu dünyaya gelip neyin mümkün olduğuna dair harika bir bilgi vermişlerdir. Ama onlar tanrılar olarak görülmüş,çoğu kez öldürülmüş, öldükten sonra onlara tapınılmıştır.
Babam, sizin eğitim görmüş dediğiniz adamlardan değildi.
Hayatında yirmi kitap okuduğundan bile şüphe ederim.
Ama harika bir masal anlatıcısıydı. Her gece, bana bir uyku masalı uydururdu
ve en güzelleri de diziye dönüşen ve geceler boyu sürenlerdi.
Bunlardan biri, hiç kuşkusuz en azından elli gece sürmüştü,
“Koca Sevimli Dev” ya da
Sonunda ardıç rakımız geldi işte. Sağlığınıza. Evet goril ağzını açıp bana doktor, dedi. Bu ülkede herkes doktor ya da profesördür. Saygı göstermesini sever onlar, iyiliklerinden ve alçakgönüllülüklerinden ötürü. Onlar da, hiç değilse, kötülük ulusal bir kurum değildir. Aslında hekim değilim ben. Doğrusunu bilmek isterseniz, avukattım buraya
“Hayat, bir insanın boş bir tiyatro salonunun koltuğunda oturup, sahnede kendi gösterisini izlemesi gibi. Düşüncelerin yansıdığı prizmanın kendisi olduğundan farksız olarak bazen kahkahalar ile güldüğü, bazen ise hüzünlenip ağladığı bir oyun. Her şarkı, her şiir, her kitap, her film… Aslında her şey insanın kendi hikayesini sergileyen tiyatro
Saat altıda Harrison Caddesi’ndeydim, yaşlı kadın yine çaydanlığının başındaydı.
...
Bana bakarken bir an için ikimiz de birbirimizin içinde kaybolduk.
Kim olduğumu merak etti; sadece bir an için.
Sonra yüzünde beliren çarpıcı bir anlayışla gülümsedi.
İnanılmayacak kadar sıcak bir gülümsemesi vardı.
“Geleceğini biliyordum, Jimmy,” dedi.
Ruh hekimlerinin en ünlüsü ve en seçkini Doktor Marrande,
üç meslektaşına ve doğal bilimlerle uğraşan dört bilgine,
hastalarından birini görmek üzere, yönettiği akıl hastanesinde
bir saat geçirmelerini rica etmişti.
Bir araya gelince dostlarına şöyle dedi:
“Size şimdiye kadar karşılaştığım en tuhaf ve en kaygı verici vakayı
Falih Rıfkı Atay’ın Ateş ve Güneş adlı kitabında,
bir subayın kendisine yönelttiği şu eleştiriyle, Çanakkale direnişine
hak ettiği değeri vermeyişimizin çok eskilere dayandığını görebiliriz:
“Siz gençler ne tembelsiniz? Hiçbir şey yazmıyorsunuz.
Çanakkale’ye bir torpido şair ve ressam gitti.
Daha bir kitap bile görmedik.”
Oysa Çanakkale’yi ziyaret ederek, izlenimlerini aktarmaları istenen
sanatçı heyeti, 11 Temmuz 1915’te Sirkeci’den trenle yola koyulur.
Davete, aralarında İbrahim Çallı, Enis Behiç, Hamdullah Suphi,
Ömer Seyfettin, İbrahim Alaattin, Nazmi Ziya ve Mehmet Emin’in de
olduğu on yedi kişi katılır. “Heyet-i Edebiye” olarak anılan grup,
bir İngiliz zırhlısı tarafından tahrip edilen Namık Kemal’in Bolayır’daki
mezarını da ziyaret etmeyi unutmaz.
Davete katılamayanlar arasında öyle güçlü bir kalem vardır ki,
eğer heyette o olsaydı Çanakkale Savaşı hakkında elimizde
harika bir eser olabilirdi. Ancak gidemez, çok önemli bir mazereti vardır,
ölüm döşeğindedir. Tevfik Fikret, başucunda duran Çanakkale’deki
savaş alanlarına ziyareti içeren davetiyeye bakarak verir son nefesini…