Biz bir keten dokuma üzerine resimlendirilmiş bir savaş alanının savaşçısı gibiyiz. Bu nedenle, bizim tüm sanat bilgimiz bir sanıdır çünkü biz bilen bir varlık olarak sanat komedyasının biricik yaratıcısı ve gözlemcisi durumunda, sonsuz üstün usu ortaya koyan bu varlıkla bir olamadığımız gibi özdeş de değiliz. Sanatçıya özgü yaratıclığın eylemi içinde üstün us evrenin bu özgün sanatçısıyla karışıp kaynaşmıştır, sanatın sonsuz varlığı konusunda yalnız üstün usun bilgisi bulunmaktadır, çünkü ancak o böyle bir durumdadır. Bu durum, şaşılası nitelikte korkunç bir masal görüntüsüne benzer. Bu masal, gözlerini çevirir, kendi kendine bakar. İşte üstün us, ancak, burada bir öznedir, konudur, ozandır, oyuncu ve oyunu gözlemleyendir.
Seyyid Nesîmî
Nesimi anlatırken Türk halk edebiyatında iki tane Nesîmî olduğunu ve genellikle bu iki Nesîmî’nin birbiriyle karıştırıldığından bahsetmiştim. Bunlardan birisi 14. yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş olan tasavvuf şairi Seyyid Nesîmî, diğeri ise dün anlattığım 17. yüzyılda yaşadığı sanılan ve
Âşık Veysel, saz çaldığı ortamda herkesin sessizce dinlemesini isterdi. Ama dinlemeyi bilmek herkesin harcı değil. Bir gün Ankara’da, kalabalık bir seyirci kitlesinin karşısındayken, bir yerlerden sesler gelmeye başlar. Âşık Veysel, önce duymazdan gelip devam eder sanatını icra etmeye. Bu arada sesler, durmak yerine yükseldikçe yükselir. Saz ustası işte o an, aniden yarıda bırakır türküsünü ve sazını kulağına yaklaştırır. Sonra da diğer kulağına yaklaştırır. Öylece bekler bir süre. Herkes şaşırır tabii. “Ne oldu? Saza bir şey mi oldu?” diye sorar bir dinleyici. Âşık Veysel sazını dinlemeye bir süre daha devam eder. Artık salona derin bir sessizlik hâkimdir. İşte o zaman konuşmaya başlar Âşık Veysel. “Sormayın” der. “Benim sazın bazen edepsizliği tutar, içinden garip sesler gelir. Az önce de bir gürültü oldu. Sazın içinden geliyor sandım. Onu kontrol ettim!” Hem ağlatan, hem güldüren, hem öğreten, hem de düşündüren bir ozandır o. 1894’te başlayıp 1973 yılında son bulan hayatını nasıl dolu dolu ve anlamlı geçirdiğini anlatan sayısız eserden biri Adnan Binyazar’a ait. “Uzun İnce Yolda Âşık Veysel”
İşte bu o ozandır, yaşamında toplumun aldırış bile etmediği,
Ve ancak bu fani dünyadan veda edip,
Gökyüzündeki mihverine geri gittiğinde farkına varılan.
“Onda bizim Anadolu kırlarının, yaylalarının, güdücülerinin eskimeyen gerçeği yansıyor ışıl ışıl. Nitekim en güzel yazılarının konusunu da gene bizim Anadolu’dan esen yeller beslemiş, oradan gelen ışıklar aydınlatmış yolunu, onun tanrıları bile Anadolu toprağından yoğrulmuş.”
-
Gerçekten çok güzel bir dille yazılmış epik bir şiir. Aslında kafiyeli, uyaklı bir şiir gibi düşünmeyin manzume hikâye demek daha doğru olur. Kitabın çevirmeninde dediği gibi "Çağının Kör Homeros'u" sözünün hakkını veren bir ozandır. Bence kitabı okumaya başlamadan önce İncil Yaratılış Süresi ve Zebur'u okursanız daha iyi anlarsınız.
Gökanlam
I.
Hani nerde o yalancı kadınlar
Söyleşen kapı önlerinde – kalın erik kokusu
Bembeyaz örtülerde çürümüş karanlıklar
Sızıp da köşelerden ve yağmur sularından
Dökülen taşlıklara esmer, selçukî
Manda Yuva Yapmış Söğüt Dalına Türküsünün Ortaya Çıkış Hikayesi
Osmanlı döneminde kastamonu’da her bahane ile halktan vergi toplayan, zalim bir bey varmış. halk ozanları da köy düğünlerinde ve diğer sazlı sohbetlerde beyin bu uygulamalarını, bu adil olmayan düzeni, türküleri ile eleştirirmiş. bu eleştiriler beyin kulağına gitmiş. bey çok kızarak,
KONUŞMALAR - III
Bugünün milletleri öğretim ve eğitim dolayısıyla, yayınlar sebebiyle eski çağlarla göre çok aydın topluluklardır. Bunun için bu milletleri uzun bir süre demokrasi dışında yönetmeye imkân yoktur. İnsan, yaratılış bakımından bir çok davranışlarında hürriyeti kötüye kullanmayacak insanlar yetiştirmek, kötüye kullanmak istidatında
O yapayalnız biridir.
Sadeliğe ve iyiliğe bezenmiş,
Doğanın kucağına oturmuş.
İlhamını resmetmekte.
Gecenin sessizliğine kalmış.
Ruhun inmesini beklemektedir.
O bir nakışçıdır, yüreğinin tohumlarını,
Şefkat bozkırlarına nakşeden ve insanlık onun bu ektiklerini,
Toplar, kendini geliştirmek için.
İşte bu o ozandır, yaşamında toplumun aldırış bile
Toprak, su, hava ve ateş. Ateşi kaldırıp, Tahta deyip girizgâhı zıplatmak isterdim ama anlatacağımız eser Homeros’un kitapları değil, saygıyı hak eder Hesiodos. Toprakla giriş yapmamın sebebi ise toprağın kendiyle uğraşanı bir nevi filozofa çevirdiğine inandığımdan dolayıdır. Bir çiftçi eğer ki öğrenmek isterse gerçeği ve hayatı anlamlandırmaksa
İlyada kelime anlamı olarak “İlyon’a Şiirler” manasını taşımaktadır. Dönemin İlyon’u ise günümüz Troya bölgesidir. Yani ismini tamamen bulunduğu bölgeden almıştır. Eser bize Troya Savaşı’nın sadece son 51 gününü 15600 dize ile anlatmaktadır. Tek bir ustanın eseri midir? Yoksa Homeros mu kaleme aldı? Homeros var mı? Yok mu? Gibi soruları bir kenara