Hemen hemen hepimiz yalan söylüyoruz, en dürüstlerimiz bile, bazen iyi nedenlerle bazen kötü nedenlerle ama daima gerçeği değiştirip, onu "olması gereken" kılığına sokuyoruz.
Çünkü gerçekler "olması gerektiği" gibi değil her zaman.
Başkalarını bırakın, kendimize bile yalan söylediğimiz olmuyor mu?
Kaçımız, gerçeği bütünüyle görüp kabul edebiliyor?
Bir gün dürüst yanımız ayaklansa, ruhumuzu zaptetse ve kendimize söylediğimiz bütün yalanları tek tek yüzümüze vursa...
Ne hissederdik?
Şaşkınlık, kırgınlık, korku, telaş...
Hangimiz bütün duygularımızı açıkça kendimize söylüyoruz?
Hemen hemen hiçbirimiz...
Çünkü gerçeklerin bizim için "gerçek" olabilmesi için onları önce kendimize itiraf etmemiz ve itiraf ettiğimizde bütün gerçeklerin, görüntülerin hatta hayatımızın değişeceğini bilerek itiraf etmek kolay değil.
Birçok yalanı gerçek gibi yaşıyoruz o yüzden.
Yalan, bizim gerçeğimizin bir parçası.
Halbuki incitmek diye bir şey yoktur, kim ne yaparsa yapsın sizi incitemez, siz merkezinizden uzaklaşmış olduğunuz için incinirsiniz, katılaştığınız için çabuk kırılırsınız. Tabii ki herkesin kırgınlık seviyesi farklıdır. Kimi hakarete uğradığında incinir belki, kime ““kilo almışsın” “dendiğinde incinir. Kimi aldatıldığında bile yaralanmaz, kimi geciken bir telefon yüzünden bile yaralanır. Bütün bunlar merkezinizden ne kadar uzaklaştığınızla ilgilidir. Ne kadar sert ve keskin bir kılıca dönüştüğünüze bağlıdır. En sert kılıçlar en en hafif darbede kırılır. Mesele dışarıdan aldığınız darbelerle ilgili değildir, mesele tamamen sizin esnekliğinizde, merkezinizdeki duruşunuzla ilgilidir.
O yüzden kırmak diye bir şey yoktur, kırılmak vardır siz esnek olmadığınız için, merkezinizden fazla uzaklaştınız için kırılırsınız. Yaralanmak diye bir şey yoktur, siz esnekliğinizi yitirdiğiniz için yaralanmaktasınızdır.
Dahiliye Nazırı iken halktan biri gibi gizlice Balık Pazarına gider, fiyatları kontrol ederdi. Polisler bu arada onu bazen tanırlar, lakin huyunu bildikleri için yanına sokulmazlardı. Sabahları pek erken kalkardı. Çoğu zaman polislere görünmemek için arka kapıdan çıkıp giderdi. Evine bağlılığı da büyüktü. Evinde kalabildiği
zamanlar en mesut, en neşeli zamanları idi. Bundan büyük zevki yoktu. Ben on senelik müşterek hayatımızda bir gün bile aramızda gürültü patırtı şöyle dursun, küçük bir anlaşmazlık, kırgınlık görmedim. İyi yemeğe meraklıydı. Ama içki içmezdi. Ben Paşa’nın ağzına alkol aldığını görmedim. Dindardı. ‘Yarın kandil çocuklar’ der ve hep beraber oruç tutardık. Her sabah abdestini alır, namazını kılar ve öyle işine giderdi.
Bir âlimin varlığın içyüzüne bakışıyla bir şairin kâinata bakışı aynı mıdır? İlkinin gerçeği araştırmaya adanmış bakışlarında küçük bir kırgınlık, büyük bir sükûnet görülürken ikincisinin benzersiz bir cennetin hayaline dalmış kararsız gözlerinde bir hüznün, bir ıstırabın varlığına şahit olunmaz mı? İkisi de ihtiyar olmuş bir şairle bir âlime ilm-i kıyafet açısından bakalım. Alimin beyaz başı, hiçbir hararete karşı erimez karlarla örtülmüş bir dağ başı gibi hissiz, soğuk, büyük görünmez mi? Şairinki ise sisler, dumanlar içinde kalmış dağların doruklarını andırmaz mı ?
Doğduğu var, öldüğü yok. Bakmıyorlar ki bilsinler. Evime gel, evimde kızımın kokusu hala her yanda. Hiçbir eşyasını ellememişim kaybolduğu günden beri.
Sayfa 37 - lthaki Yayınlan - 1253
Türkçe Edebiyat Dizisi - 3Kitabı okuyor