Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Evet ! Ne istiyorsunuz beyfendiler ?
Kadın erkek birbirini sevmek için yaratılmışlardır. Bütün çocukların bu aşktan doğduklarım görmüyor muyuz? Niçin bu iki cinsin arasında bazı nispetler kurarak kadını yaratılıştan zayıf, düşkün, akılsız buluyorlar? Kadın, erkeğe bakılınca, ince ve çelimsizdir. Bu ayrılık, tabiatın çekim kanununun bir hikmetidir. Pozitif, negatif vücutlar birbirine çekerler. Erkek ve kadın ruhça ve cisimce kendi yapılarına yakın olan yaratılışlardan hoşlanmazlar İki cinsin kaynaşması için tabiatın kurduğu bu kanundan kadına karşı hükümler çıkarmaya uğraşanlar yaratılış esrarını göremeyen zavallılardır. Ne istiyorsunuz beyefendiler? Erkekle kadın aynı ruh, aynı cisim, aynı kuvvet ve tabiatta yaratılmış olmasını mı? Sebebini bilmeden, düşünmeden tabiatın yaratılış kanunundan iddianıza yarar hükümler uydurmaya kalkışmak tabiata karşı bir düşüncesizliktir.
Sayfa 346Kitabı okudu
– Niçin böyle dertlisiniz? – Bilmem ki, Olga Sergeyevna. Mutlu olmama da neden yok, nasıl olayım? – Çalışın, insanlarla daha fazla düşüp kalkın. – İnsanın bir gayesi olmalı ki, çalışsın. Benim gayem ne? Hiçbir şey. – Gaye yaşamak. – İnsanın niçin yaşadığını bilmezse günü gününe yaşamakla kalıyor; günün geçmesini, gecenin gelmesini beklemekten başka zevki olmuyor. Bugün nasıl yaşadım, sorusuna cevap vermeden uykuya daliyor, ertesi gün gene aynı hayat.
Reklam
And olsun!
Biliyor Paşa bu kadim Oğuz töresini. Yine de emin olmak istiyor: ''Arkadaşlar, buraya niçin geldiniz?'' Cevap veriyorlar: ''Millet yolunda kanımızı akıtmaya geldik.'' ''Fikrinizde sabit misiniz? diye sesini yükseltiyor Paşa bu defa. Cevap, yeri göğü inleterek geliyor: ''AND OLSUN''
- Niçin uyuyorsun -Vaktin nasıl geçtiğini bilmemek için.
İş bankasıKitabı okuyor
“Beni kalbimden yaraladın. Niçin böyle yapıyorsun, anlamıyorum. Benim gibi insana böyle hareket edilir mi? Sende kalp yok mu?”
Sayfa 185Kitabı okudu
Zeki biri, yol kenarında duran bir adama sordu: -Burada niçin dikiliyorsun? -İnsan bekliyorum. -Öyleyse çok beklersin!
Reklam
Ferdin hürriyeti, iç ve dış olarak ikiye ayrılır: İç hürriyetin hiçbir sınırı yoktur. Birine niçin inanmıyorsun, neden buna tapıyorsun da ötekine ibadet etmiyorsun, neden şu yoksul, hasta ve ağır haraketli adama yardım etmiyorsun, neden şu fakir ve düşküne sadaka vermiyorsun, demeye kimsenin hakkı yoktur. Bunlar, hürriyetin iç yüzüdür ki onu yapmayanın ensesine basıp da yaptıracak dünyada bir kuvvet yoktur. Devlet kurumunda böyle otorite, böyle bir güç bulunmaz.
Sayfa 30 - Mavi gök yayınlarıKitabı okuyor
En büyük buluşu "amelî adalet" ti. Efruz Bey: —Bu ne?.. diye sordu. "Amelî adalet" mi? —Evet. Gayet tabiî bir şey. Yani hakikî adaletin ta kendisi... —Aman izah ediniz. Müdür Bey: —Başüstüne, diye başladı. İnsanlar tabiati bozarak hayatı hafifleştirmek için kendi felâketlerini elleriyle hazırlamışlardır. Meselâ "hak, adalet" gibi tabirler uydurmuşlar, yaşayışın revişindeki ahengi bozmaya kalkmışlardır. Sözde mücerret bir hak varmış. Asırlardan beri onu ararlar! Asırlar içinde; Nasrettin Hoca'dan başka "hakk"ı anlayan gelmemiştir. —O, nasıl anlamış? —Hikâyesini biliyor musunuz? —Hayır. —Bir gün Nasrettin Hoca, yolda birkaç çocuğun kavga ettiklerini görmüş. —Ey?.. —"Niçin dövüşüyorsunuz?" diye sormuş; çocuklar da "Şuradan ceviz topladık. Pay edemiyoruz." demişler. Hoca: "Ben size pay edeyim mi?" diye sormuş. "Et" demişler. Fakat Hoca çocuklara tekrar "Hakça mı, kulca mı pay edeyim?" diye sormuş. Çocuklar düşünmüşler, hakça pay edilmesini istemişler. Nasrettin Hoca rastgele kimine bir, kimine üç, kimine beş ceviz vermiş. Geri kalanını da kendi heybesine doldurmuş. —Sonra!.. —Sonra, çocuklar: "Bu nasıl pay, Hoca?" diye şaşırmışlar. Hoca: "Hakça pay buna derler. Rastgele! Kimine az, kimine çok, kimine hiç..." —Ey sonra? —İşte bu kadar... Yani müsavat hülyasının insanlara mahsus bir vehim olduğunu Hoca daha o vakit çakmış. Evet, tabiata bakarsak adaletin gayrı mantıkî bir fantezi olduğunu sarahaten görürüz.
Sayfa 143 - İnkılap YayıneviKitabı okuyor
-Niçin bu ruju sürüyorsun? Dudaklarının kiraz olmasını isteyen sen değil misin? -Bende ondan başka bir şey yok mu? -Ne gibi? -Bende...Bir ruh yok mu?
“Aşk değilse, nedir peki benim hissettiğim? Aşksa ama, Tanrı aşkına, nedir, nasıl bir şey? İyiyse eğer, niçin bu acı, ölümcül etki? Kötüyse eğer, neden böyle tatlı her elem.”:::???
Sayfa 207
Reklam
Şimdi ilk defa bir şey istiyor, hem de korkunç bir şiddetle istiyordu. Fakat niçin bu istek bir imkânsızlıkla beraber gelmişti? Niçin hayatının bu en büyük arzusunu, şimdiye kadar belki yine içinde, fakat en gizli yerlerde saklı duran bu arzuyu, hapsedildiği yeri parçalayarak ortaya çıkar çıkmaz, öldürmeye mecbur kalıyordu?.. Niçin? Kimin için?..
Hesapsız ve lüzumsuz, "Bir tek Türk'ün hayatını tehlikeye sokmamak" davasından ömrünün sonuna kadar şaşmayacaktır. Ömrünün sonlarında Hatay meselesinde bir başka sözünü duymuştum. Atatürk bu mesele yüzünden uykusuz, sinirli idi. Rastladığı elçilerle tartışır, söylemediğini bırakmaz, kendi hazır bulunduğu yerlerde ecnebi sefaretlerin kulağına gidecek nümayişler yaptırırdı. Bir akşam sofrada vaktiyle Hariciye'de de bulunan bir arkadaşı: Paşam, niçin kendinizi de milletinizi de üzüp duruyorsunuz? Bir tümen yollasanız Hatay'ı alırsınız. Renani'de Alman olup bitenlerini kabul eden Fransızlar, Suriye'nin bir sancağı için sizinle muharebe mi edecekler? dedi. Öfke ve siniri dalga gibi dinerek, sesi yavaşladı: - Evet bunu ben de bilirim. Bir tümen yollasam, Hatay'ı alabiliriz. Renani'de Almanlarla muharebe etmeyen Fransızlar da Hatay için bizimle muharebe açmazlar. Fakat ya bu sefer haysiyetlerine dokunup karşı koyacakları tutarsa? Sual sorana dönerek: - Ben bir sancak için altmış şu kadar Türk vilâyetini tehlikeye sokamam, dedi
Sayfa 381 - Pozitif
ironi
Onun fikrince Türkçe: "Arapça, Acemce, Frenkçe, Almanca, Rumca, Latince" lisanlarından mürekkep mükemmel bir lisan olmalıydı. Ecdadımız Arapça, Acemce kaideleri çok kullanmışlardı. Her ne kadar bunlar konuşulan lisana geçmemişse de hükümet şimdiden sonra gayret ederek, ahaliyi cebrederek pekâlâ geçirebilirdi. Fakat bu Arapça, Acemce kaideler Türkçe kelimelerde de kullanılmalıydı. Meselâ "evimin kapısı" denecek yerde Farisî kaidesiyle "kapıyı evim" denilmeliydi. Sonra Türkçeye birçok Frenkçe kelimeler de girmişti. Bu zavallı kelimeler için hiç olmazsa lütuf makamında birkaç Fransızca gramer kaidesi kabul etmemek en büyük bir haksızlıktı. Öyle ya, Arapça, Acemce kaideler vardı. Niçin Frenkçeler için olmasın? Meselâ niçin "istasyon direktörü" denilmeliydi? "Direktör dö stasyon" en haklı en mantıkî bir telaffuzdu.
Sayfa 113 - İnkılap YayıneviKitabı okuyor
Yalnızca bir çocuk ruhu ağar göğe öyle usul, - salt usul usul... Niçin bana beşik yerine ufak dar bir tabut yapmadılar nedir bu zül?
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.