Öyle insanlar da vardır ya, sahip oldukları hayatı bir anda geride bırakıp yeni bir yaşama adım atan insanlar. Vardıkları yerde mutluluğu yakalayabiliyorlar mıdır acaba?
Başkası'na Arzu bir iştah mı yoksa cömertlik midir? Arzulanan, Arzu'mu tatmin etmez; tersine, beni sürekli yeni açlıklarla besleyerek Arzu'mu daha da derinleştirir. Arzu, iyilik olarak ortaya çıkar. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza'sındaki bir sahnede, umutsuzluk içindeki Raskolnikof'a bakmakta olan Sonia Marmeladova'ya ilişkin olarak "doyurulamaz merhamet"ten bahseder Dostoyevski. "Bitmez tükenmez bir merhamet" diye yazmaz Dostoyevski. Sonia'nın Raskolnikof'a duyduğu merhamet, sanki öyle bir açlıktır ki, Raskolnikof'un orada bulunuşu, her türlü doyumun ötesinde, bu açlığı sonsuzca büyüterek beslemektedir.
DAVETİYE
Ey benito musolini! Ey gayet yüce, İtalyanlar başvekili muhterem Duce! Duydum ki, yelkenleri edip de fora Gelecekmiş orduların yeşil Bosfora. Buyursunlar... Bizim için savaş düğündür; Din arabın, hukuk sizin, harp Türklüğündür. Açlar nasıl bir istekle koşarsa aşa Türk eri de öyle gider kanlı savaşa. Hem karadan, hem denizden ordular
Akhilleus gerçekten kast ettiği şeyleri söylüyor, karşısında öyle yapmazsa da şaşırıyordu. Bazıları bunu budalalıkla karıştırabilir oysa her zaman yürekten gelen şeyleri söylemek de bir tür deha değil midir?
Sahi, bu dünyada öyle bir yer var mıdır? Bütün insanların mutlu olduğu, bütün -kedileri köpekleri haydi haydi- örümcekleri bile incitmekten korkan, karıncaları ezmekten sakınan, tek bir çocuğun bile acı çekmesine göz yummayan insanların,
sadece o insanların yaşadığı bir yer?
Yazmak, yalnızlığı peşinen kabulleniştir. Tam da öyle midir? Uzakta, başka bir zamanda, her kitabımın çok iyi birkaç okuru olabileceğini biliyor, buna inanıyorum.
Evet, Furkan-ı Hakîm, öyle bir hidayet güneşidir ki onun manevi ışıkları, herkesin kalp evini aydınlatır durur. Yeter ki insan, aydınlanma arzusu taşısın. Zâhiren de böyle değil midir?
Kesinlikle gördüğümüz nesneler hayatın akışını fark etmemizi sağlamazlar; onlar bizimle birlikte fark ettirmeden yaşlanırlar, oysa birkaç yıl boyunca gözden ırak kalmış olup da aniden karşımıza çıkanlar öyle midir, yaşam ırmağımızın ne kadar hızlı aktığını ifşa eden onlardır.
''Televizyonların bir zamanlar en fazla izlenen programlarının
belgeseller olduğu ne çabuk unutuldu... Şu anda kanallarımızda kaç tane
belgesel kaldı?.. Ama öyle ya belgesellere niçin masraf edilsin ki!..
Söyler misiniz sayın medya patronları:
İnsanlara bir şeyler verebilmenin ve insanlarla bir şeyler paylaşabilmiş
olmanın huzuru içinde misiniz?...
O her zamanki haber yorumlarınızla... O her zamanki arabesk anlayış ve
müziklerinizle insanlara neler verebildiğinizi düşünüyorsunuz, iç sıkıntısı
ve karamsarlıktan başka?...
Yarışma programlarınızla her gün birkaç kişiye ev ya da araba
kazandırmak mıdır yayıncılık?... Yoksa herkezi tabak çanak sahibi yaparak,
bisikletlere bindirmek midir gazetecilik?... Kusura bakmayın ama dost acı
söyler: Bu halinizle gazetecilere değil daha çok işportacılara
benziyorsunuz...''
John Fowles, Koleksiyoncu’da şöyle diyor: “Onu unutacağımı sandığım da olmuyor değildi. Ama unutmak insanın yapacağı değil, başına gelen bir şeydir ve benim başıma gelmedi.” Sence hayat yaptıklarımız mıdır, başımıza gelenler mi? Cevapların bir anlamı varmış gibi nasıl da her şeyi sorgulayıp duruyoruz değil mi? Boş ver sormadım say. Öyle yani, başıma gelince mutlaka haberin olur Osman.