Ben köyün öğretmeniyim. Burada bir mermer yatağı olan Aleksi Zorba'nın, geçen pazar günü, saat altıda öldüğü yolundaki acı haberi size bildirmek için yazıyorum. Can çekişirken bana şöyle bağırmıştı: "Gel buraya öğretmen," demişti. "Yunanistan'da filanca dostum var, öldüğüm zaman ona öldüğümü ve son ânıma kadar aklımın tamamıyla başımda olup kendisini hatırladığımı yaz. Ne yapmışsam pişman olmadığımı da... Sağ olmasını dilediğimi ve artık akıllanması zamanının geldiğini de söyle ona. Eğer, herhangi bir papaz, günahımı çıkarmaya ve beni kutsamaya gelirse, ona defolup gitmesini ve lanetinin üzerimde olmasını istediğimi söyle! Hayatımda yaptım, yaptım, yaptım ve yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi. Hayırlı geceler!"
Son sözleri bunlardı; birden yastığından doğruldu, çarşafları attı, ayağa kalkmak istedi. Karısı Liuba, ben ve eline sağlam birkaç komşu, onu tutmak üzere koştuk; ama o bizi geriye itti, karyoladan indi, pencereye gitti. Orada pervaza tutundu, uzaklara, dağlara doğru baktı, gözlerini alabildiğince açtı, gülmeye, sonra at gibi kişnemeye başladı. Ölüm onu böyle dimdik, ayakta, tırnakları pencereye geçmiş halde buldu:
Kansi Liuba size selam ettiğini ve merhumun kendisine sık sık efendiliğinizden söz ettiğini, santurunu öldüğü zaman, kendisini hatırlamanız için size teslim etmemizi vasiyet ettiğini yazmamı da tembihliyor.
Onun için dul kadın, uygun düşer de köye uğrarsanız, evine buyurup orada kalmanızı ve hayırlısıyla gideceğiniz ertesi sabah da santuru almanızı rica ediyor.