Sürgün olanımız neşeli sohbete ciddi bir cümleyle ara verdi. “Güney’e gidiyorum” dedi mutlu bir ona, “Kürt hükümeti bana devlet nişanı verecek. Bir mesajın var mı Yaşar baba?” Baktılar birbirlerine. Beni ve çayları unuttular. İkisinin de gözleri doldu. Sessizlik uzun bir kış gibi uzun sürdü.
“Onlara, onları çok sevdiğimi söyle” dedi Yaşar Kemal, nice sonra. “Benim” dedi “30 kadar romanım var. Hepsini Kürtçeye çevirtsinler.” Bana döndü, “Selim yapar” dedi. Mehmed Uzun’a dönüp devam etti: “Onlara de ki, bir halk ancak yazarlarına para verince millet olur. Fransızca ya da İngilizce için çok daha fazlasını alıyorum. Onlardan ise 100 bin dolar istiyorum. O parayı göndersinler. Bankaya gideyim. Oradaki kıza ‘kızım, Kürtler bana para göndermiş, ver bakalım’ diyeyim. Kız parayı masanın üstüne koysun. Kürtlerin parasını döşüme bastırıp bir güzel ağlayayım. Sonra telefonumdaki üç numaradan seninkini bulayım. ‘Mehmed’ diyeyim, ‘bana pêşmergelerin şehit derneklerinden birinin hesap numarasını bul, parayı oraya yatırayım!’”
vinkovar.blogspot.com/2022/02/selim-t...
Anlamaya çalışıyorum;"Nasıl olur da bana onu vermez? Nasıl olur da şu duamı cevapsız bırakır?" diyerek Allah'ın bize vermediği şeyleri düşünmektense, sürekli benim için ve sizin için ihsanda bulunduğunun farkına varabilsek... Rabbimiz buyuruyor; “Külle yevmin hüve fi şen” (Rahman Suresi 55:29)” Her gün size ihsanda bulunmaktadır.
Şimdi bu kitapla ilgili şöyle bir şey var. Daha doğrusu konuyu bu kitaba getirmeden önce bu daha genel geçer bir şey bana göre. Bir süredir kitap okuyanların da az çok farkedebileceği üzere, her kitap her zaman okunmaz. Her şeyin bir vakti her şeyin bir zamanı vardır. Ta ki bunu en net bir şekilde gözlemleyebileceğiniz alanlardan biri okuyacağınız
"Vaktiyle bir hoca, yıllarca yanında yetiştirdiği öğrencisini sınava çekmek ister. Öğrencinin eline altın renkli parlak bir taş verir. "Oğlum" der. "Bunu al, sağda solda esnafa göster, kaç para vereceklerini sor, sonra da bir kuyumcuya götür. Taşı kimseye satma. Sadece kimin ne fiyat biçtiğini öğren, gel, kafi."
Öğrenci
İnsanın başlıca kusurunu unutmamalı: İnsanların baş kusuru, tufandan başlayıp Schlezwig-Holstein devrine kadar uzanan daimi erdemsizliğidir. Erdemsizlik ve bunun doğurduğu çeşit çeşit temkinsiz hareketler; temkinsizliğin erdemsizlikten ayrılmadığı öteden beri bilinir zaten İnsanlık tarihine şöyle bir göz atıverin bakalım, ne göreceksiniz?
Yalnız temkinli hareketten bahsedemezsiniz. Daha söze başlar başlamaz laf ağzınıza tıkılır.
Yaşar Kemal henüz 21 yaşında kaleme alıp 1955 yılında 29 yaşında iken yayınladığı bu eser ile, Hürriyet Pazar tarafından oluşturulan yüz kişilik jüri tarafından belirlenen "Türk Edebiyatının Gelmiş Geçmiş En İyi 100 Romanı" listesinde bir numara seçilmiştir. Kitap ilk olarak bir edebiyat dergisinde tefrika halinde basılıyor daha
...........anne babalar çocuklara şöyle derler. Hadi şimdi gidin bakalım çocuklar oynayın. Başka bir deyişle şu anlama gelir bu: Gidin bizi yalnız bırakın ne isterseniz yapın .Yeter ki bizi meşgul etmeyin
Sende iş var.
Yok canım düpedüz harcanıyor bu çocuk.
Elinden bir tutan olsa, zavallı yetim.
Ah n'olsaydı n'olsaydı da harcanmasaydım. Bozuk para mıyım ben. Ha, söyle bakalım, sen benim kronolojimi biliyor musun? Hakkımda konuşup duruyorsun, yaz bakalım n'olacak.
Bir Yahudi bir Hristiyan bir de Müslüman yolda giderlerken arkadaş oldular. Tıpkı aklın iman, bedeninde nefis ve şeytanla arkadaş olması gibi o müslüman da onlarla bir süre arkadaş oldu.
Bu üç arkadaş yürüyerek akşama doğru bir konağa vardılar. Orada biri onlara yemeleri için helva gönderdi. Yahudi ile Hristiyanın karnı toktu, Müslümansa
Demiş ki aslan:
-Eşitliğin de bir derecesi var. Aslanca davranıp sahip olduğum her şeyi sana da tanırsam, kendini aslan sanmaya başlarsın kısa zaman sonra. Kocamış papağanlar gibi bağırıp aslanlar gibi kükrediğini sanırsın. Susuzluğun için göle eğildiğinde suda kendini aslan yeleleriyle görürsün. Ve nihayet benimkiler gibi irileştiğini sandığın kasların için, şimdi hissene düşen etin on katını istemeye başlarsın. Seni kırmak istemeyip önüne o kadar eti koysam yiyemez bozulursun. Ruhi dengen de bozulur. Aklın karışır. Avcılarla karşılaşsan bana öykünüp onlara saldırır kepaze olursun. Seni vurdukları halde “kuduz bu, kudurmuş” deyip postunu bile almazlar sonra. Şimdi söyle bakalım, benimle eşit olmaya razı mısın?..
İşte karşı karşıyasın. Haydi bakalım. Söyle söyleyeceğini. De diyeceğini. Dinler de. Tatlı tatlı dinler de. Sevgiden söz aç. Ne çıkar; o seni anlarsa değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak.
Anlatıldığına göre münafık ve cimri bir adam varmış, karısına hiç kimseye sadaka vermeyeceğine dair yemin verdirtmiş, aksi hâlde boşayacağını söylemiş.
Günün birinde kapıya bir dilenci gelmiş ve, “Ey hane halkı! Allah hakkı için bana bir şey verir misiniz? diye seslenmiş, kadın da dilenciye üç çörel vermiş, dilenci yolda münafıkla karşılaşmış, adam; “Bu çörekleri sana kim verdi? diye sormuş, dilenci de “İşte şu evin hanımı! diye cevap vermiş, dilencinin tarif ettiği ev, kendi eviymiş.
Münafık koca öfke ile eve girmiş ve karısına “Sen hiç kimseye bir şey vermeyesin diye yemin etmedin mi?” diye bağırmış. Kadın; “Allah için verdim!” diye cevap vermiş.
Adam kalkmış, tandırı yakmış ve tam kızınca karısına; “Kalk, kendini Allah için şu tandıra at bakalım!” diye emretmiş. Kadın kalkmış ziynetlerini almış. Münafık; “Ziynetlerini bırak!” diye bağırmış, kadın; “Seven, sevgilisi için süslenir, ben sevgilimi ziyaret etmeye gidiyorum” diyerek yeni elbiselerini giymiş olarak kendini kızgın tandıra atmış, adam da kapağını kapatarak oradan uzaklaşmış.
Aradan üç günün geçmesi üzerine münafık, tandırın başına gelmiş, kapağını kaldırınca kadının Allah’ın izni ile yanmadan içeride sapasağlam durduğunu görerek şaşkına dönmüş, o sırada gizliden kulağına şöyle bir ses gelmiş;
“Ateşin sevdiklerimizi yakmadığını bilmiyor muydun?”