dar anlamda mutluluk dediğimiz şey, iyice birikmiş gereksinmelerimizin daha çok ani bir tatmini olup doğası gereği yalnızca kısa dönemli bir görüngü olarak mümkündür. haz ilkesinin özlemini duyduğu durumlardan birinin sürekli hale gelmesi, yalnızca gevşek bir hoşlanma duygusu verir. yapımız icabı yalnızca karşıtlıklardan yoğun bir zevk alabiliriz, sürekli durumlardan aldığımız zevk ise pek azdır.
Abtes aldıktan sonra şeyhin yanında diz çöktüm.Başladı söylenmeye:
“Şimdiye kadar yaptığim bütün kötülüklere,zulme,hayvana ve insana…Yaptığın zinaya,okuduğun kitaplara,hak yediklerine ve riyakarlık.
larına ve cümle pisliklere,bilir bilmez işlediğin cümle fenalıklara tövbe ediyor musun?” “Evet”.
Yarım saat yüzüme yarım saat dua okuyup üfledi.
“Sen artık Rufai oldun” dedi.
Sonra Yunus’un ilahi okundu.Okunurken herkes sallanıyor.
titriyor uçuyor gibiydi.Sonra birisi Kürtçe ilahi okudu.Derviş ilahi okurken ağzından köpükler saçıldı. Dua okurken beş şişi kendine soktu.
Ne kan aktı,ne bir şey.Sonra şişleri çıkardı.Yerden daha uzun bir şiş aldı.
Sonra sarsılarak dizlerin üzerine kalktı.Korktum.Dizlerinin üstünde yürüdü.Elindeki büyük şişi karnına sapladı.Ucu arkasından çıktı.Dizlerinin üzerinde yürümeye başladı.Şeyh de yerinden kalktı,geldi.Dervişin elindeki şişi çekti.Derviş ölü gibi hareketsiz kaldı.
İçime bir ürperti kapladı.
İnsan davranışlarının ve ilişkilerinin gerçek anlamı ancak çaba göstererek anlaşılır.Mesela biri ölür ve sen bunu anlayamazsın. Gömülür, hâlâ bir şey hissetmezsin. Toplum içinde yas tutar, ağırbaşlı bir ciddiyetle önüne bakarsın ama evde esner, burnunu kaşır, kitap okursun; aklına ölmüş olan ve yasını tuttuğun kişiden başka her şey gelir.Dışarıya karşı belli bir duruş sergilersin, ciddi ve vakursundur ama içten içe hayretle hiçbir şey hissetmediğini, olsa olsa suçluluk duygusuyla karışık bir memnuniyet ve rahatlama duyduğunu fark edersin. Ve kayıtsızlık, derin bir kayıtsızlık.Bu bir müddet böyle sürer; günlerce, hatta aylarca. Dünyaya kendini farklı gösterir ve gizli bir kayıtsızlık içinde yaşarsın. Ve sonra, çok sonra, bir yıl sonra, ölen kişinin burnu düştüğünde, bir gün sokağa çıkarsın, başın döner ve bir duvara yaslanırsın; çünkü anlamışsındır. Neyi mi? Vaktiyle seni ölen kişiye bağlayan duyguyu. Ölümün anlamı mı. Toprağı tırnaklarınla kazıp ondan kalan ne varsa çıkarsan bile bir daha asla gülümsemesini göremeyeceğin, dünyadaki bütün bilgelik ve kudret bir araya gelse onun, yani ölen kişinin sokakta karşına çıkıp sana gülümsemesine yetmeyeceği gerçeğini.Ve ordu kurup yeryüzündeki bütün toprakları fethetsen, onun da bir işe yaramayacağını.İşte o zaman bağırmaya başlarsın. Ya da belki bunu bile yapmazsın. Sokağın ortasında, bomboş bir kafayla kalakalır ve dünya anlamını kaybetmiş, dünyada yapayalnız kalmışsın gibi bir eksiklik hissedersin.
Savaş elbette ki bir felakettir, ancak bu yargıda yanlış olan çok şey var ve asıl önemlisi, kutsal saydığımız değerler uğruna canını verme yürekliliği kuşkusuz burjuva katehizis'inden daha ahlakidir ...
Bir insanı baştan aşağı kötü, sihirli güçlere sahipmiş ve bunları başkalarına zarar vermek için kullanıyormuş gibi, hem aşağılık hem de tehlikeli görebilmek başka canlı türlerinde olmayan bir hayal gücü kapasitesi gerektirir. Başka bir kitapta insanın hayal gücü kapasitesinin biyolojik olarak uyarlanabilir olduğunu ileri sürmüştüm. Hayvanlara karşı üstünlüğümüz ve çevreye sağladığımız kısmi hâkimiyet, doğuştan gelen ve bizi daha iyi bir şey icat etmeye zorlayan bir hoşnutsuzluğa bağlıdır. Ve hayal gücünün sınırı yoktur. İnsanın hem sanatta hem de bilimde elde ettiği en büyük başarılar onun hayal gücüne bağlıdır.
Bazen, daha mumu söndürür söndürmez, gözlerim o kadar çabuk kapanıverirdi ki, "uykuya dalıyorum" diye düşünmeye zaman bulamazdım. Aradan yarım saat geçtikten sonra da, artık uykuya geçme vakti geldiği düşüncesiyle uyanırdım; hâlâ elimde zannettiğim kitabı bırakıp ışığımı söndürmek isterdim; az önce okuduklarım hakkında fikir yürütmeye, uyurken de devam ederdim, ama fikirlerim biraz farklı bir seyir izlerdi; kitapta sözü edilen şey, benmişim gibi gelirdi bana.
Detaycı insanlar kimi zaman nimeti azap olarak görürler. Biri ona nasihat etmiştir. Tam ihtiyaç duyduğu nasihatlerdir bunlar. Bu ona yapılmış bir iyiliktir aslında.
Ama o, birtakım lüzumsuz detaylara takılmaya başlar. O kişi hangi niyetle böyle demiştir? Acaba daha farklı bir şey demek istemiş olabilir mi? Onun kuyusunu kazmaya çalışıyor olabilir mi? Onu oyundan düşürmek istiyor olabilir mi? Böyle tuhaf detaylar içerisinde boğularak bir iyiliği, kendisine yapılan bir hücuma çevirebilir insan. Kur'an' ın ifadesiyle "Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar" (Münafıkun, 4)
Bir kez daha, anlayamadığım bir gerçekle karşı karşıya kaldım. Kendimi yok olmuş sandım, ümitsizliğin en son noktasına vardım sandım ve her şeyden feragat ettiğimde ise huzura erdim. Bana öyle geliyor ki böyle zamanlarda insan kendini keşfeder ve kendi kendisinin dostu olur. İçimizde hangi önemli ihtiyacı karşıladığını bilmediğimiz bir bütünlük duygusuna artık hiçbir şey galip gelemez. Macera peşinde kendini harap eden Bonnafous sanırım bu dinginliğe erişti. Guillaumet de karda aynı dinginliğe ermişti. Boğazıma kadar kuma gömülü halde susuzluktan yavaş yavaş boğulurken yıldızlar altında sınırsız bir sıcaklık hissettiğim o anları nasıl unutabilirim?
İçimizde böylesi bir kurtuluş hissini nasıl sürdürebiliriz? Çok iyi bldiğimiz gibi, şu insanoğlunun her şeyi bir tuhaftır. Bir şeyler kazanması için imkan verilse insan uyuya kalır, zafer kazanan fatih, gevşer, cömert zengin olsa perişan olur. İnsanları yetiştirmeyi isteyen siyasi doktrinlerin ne tür bir insan yetiştireceği önceden bilinmediği sürece bu doktrinler ne işe yarar ki? Ortaya nasıl biri çıkacak? Biz besiye çekilen hayvan sürüsü değiliz ve yoksul bir Pascal'ın dünyaya girişi, isimsiz birkaç zenginin dünyaya gelişinden daha ağır basar.
Esas olanı önceden göremeyiz. Her birimiz hiç ummadığımız bir şeylerde dünyanın en büyük sevinçlerini yaşamışızdır. Bunlar içimize öyle bir özlem bırakmışlar ki acılarımızdan meydana gelmişlerse eğer, o acıları bile arar olmuşuzdur...
Sanki yaşayacağım kadar yaşamış, gideceğim kadar gitmiş, bir uçurumun kıysına gelmiştim ve daha ötede ölümden başka bir șey olmadığını apaçık görmüştüm. Durmak da mümkün değildi, geri gitmek de; daha ileride hayat ve mutluluk aldatmacasından, gerçek acılardan ve gerçek ölümden, yani tam bir yok oluştan başka bir şey olmadığını görmemek için gözlerini kapatmak da mümkün değildi.