Aslında, siyasi parti merkezlerinden verilen kartvizitlerin dışında hiçbir şeyin doğru dürüst değerlendirildiği yoktu. Belki de, her gün tomar tomar dilekçe birçok büroda çöp sepetine atılıyordu. Devlet kuruluşlarının giriş kapılarına asılan duyurular, büyük büyük salonlarda yüzlerce gözetmenin önünde bin bir titizlikle yapılan sınavlar, giriş koşulları, bilmem şu kadar vesikalık resim ya da savcılıklardan alınan sabıkasızlık belgeleriyle muhtarlara birkaç kuruş karşılığında mühürlettirilen iyi huy kâğıtları ve ikametgâh ilmühaberlerinin hepsi, sonuçları çoktan belirlenmiş bir oyunun gülünesi görüntülerini tamamlıyordu. Sınavlara katılanlar, bu oyunda birer figüran olduklarını biliyorlardı bilmesine ama, gene de şaşılası bir iyimserlikle çaba gösterip ter döküyor, kitapları karıştırıyor, üstlerine başlarına alışılagelmiş saygıyı uyandıracak giysiler alıyor ve küçücük sözlerden, küçücük olasılıklardan bin bir umut kırıntısı toplayarak oradan oraya sürüklenip duruyorlardı.
Dizilerde de hep böyle oluyor. Başrol oyuncusu bir şey unutup bir yere geri döndü mü kesin başına bir şey gelir. İşte, televizyonda başına bir şey geldi mi başrol oluyorsun, hayatta başına bir şey geldi mi figüran. Ben de figüranmışım, ilk o gün anladım.
İnsan merak ediyor.
Gözünüzün önünde olan biteni seyrediyorsunuz, seyrediyorsunuz, hiç mı ders almıyorsunuz kardeşim... Ömrünüzün sonuna kadar hep böyle "figüran" olarak mı yaşayacaksınız?
"Yaşam herkesin rolünün son derece belirli olduğu ve değişmez biçimde yorumlanması gereken romanlardaki gibi değil. Gerçek yaşamda değişiklikler var ve er geç her rolü oynamanın sırası geliyor. Bazen kurbansın, bazen kahraman. Sonra oyunbozan, kimi zaman figuran..
Figüran heykeller var kül tablası boyunda
Beş yüz göbek atarlar dakikalık oyunda
İşlenen her günaha kurtta ortak, koyun da...
Kalmışım ara yerde, tozdayım, dumandayım
Kirli bir mekandayım, iğrenç bir zamandayım.
“Hayat, bir insanın boş bir tiyatro salonunun koltuğunda oturup, sahnede kendi gösterisini izlemesi gibi. Düşüncelerin yansıdığı prizmanın kendisi olduğundan farksız olarak bazen kahkahalar ile güldüğü, bazen ise hüzünlenip ağladığı bir oyun. Her şarkı, her şiir, her kitap, her film… Aslında her şey insanın kendi hikayesini sergileyen tiyatro
Raskolnikov kendine fısıldıyor. ’’Tanrı yoksa her şey mubahtır. Hiçbir şeyden sorumlu değilim. Ama her şeyden sorumluyum da bu durumda.Şu tefeci koca karıyı ortadan kaldırsam, paraları cebe atsam. Tanrı yoksa kim ne diyebilir? Kendi dünyamı kurmak zorundayım.’’Balta iniyor. Tefeci kadınla özdeşim kurduğumuz tek satır yok. Birde arada gümbürtüye giden masum Lizaveta var. Hani tefeci kadın kötü kalpli diye unuttuk. En ücra karakterlerine bile ruhsal derinlik katan Dostoyevski Lizaveta’yı bile derinleştirmiyor? Bu iyi kalpli kıza niye replikli figüran gibi davranıyor? Raskolnikov, Sonya’ya suçunu itiraf ettiğinde anlıyoruz niye öyle yaptığını. Çünkü Sonya cinayet itirafını duyunca, ‘’Sen o insanlara ne yaptın böyle? diyor. Raskolnikov ne yaptıysa kendine yapmıştır. Kurduğu dünyanın azabını çekmektedir. Bu vurguyu artırmak için Lizaveta’nın acısı görünmez romanda. Lizaveta’nın ölümü hukukun konusudur, Dostoyevski ise bize daha yüksek bir hukuktan bahseder. Suçun cezasından kaçabilirisin,ama vicdan azabından kaçamazsın diyen bir hukuktan.
Devlet kuruluşlarının giriş kapılarına asılan duyurular, büyük büyük salonlarda yüzlerce gözetmenin önünde bin bir titizlikle yapılan sınavlar, giriş koşulları, bilmem şu kadar vesikalık resim ya da savcılıklardan alınan sabıkasızlık belgeleriyle muhtarlara birkaç kuruş karşılığında mühürlettirilen iyi huy kağıtları ve ikametgah ilmühaberlerinin hepsi, sonuçları çoktan belirlenmiş bir oyunun gülünesi görüntülerini tamamlıyordu. Sınavlara katılanlar, bu oyunda birer figüran olduklarını biliyorlardı bilmesine ama, gene de şaşılası bir iyimserlikle çaba gösterip ter döküyor, kitapları karıştırıyor, üstlerine başlarına alışılagelmiş saygıyı uyandıracak giyisiler alıyor ve küçücük sözlerden, küçücük olasılıklardan bin bir umut kırıntısı toplayarak oradan oraya sürüklenip duruyorlardı.