Bazı romanlar iz bırakırak hafızanın bir köşesinde yer edinmekle kalmaz, yeri geldimi kendilerini hep hatırlatırlar da. Bu roman da öyle. Romanın kahramanı Deborah, yaşıtlarına göre ileri bir zekaya sahiptir. Şizorfeni onun şahsında varoluşun çıplak dehşetine karşı bir tür direniş ya da kendini savunma biçimidir. Bilindiği üzere, akıl bir inanç fabrikasıdır. Keskin bir zeka ise, bu inanç fabrikasının dişlerinin 'zekice yaklaşımlarla' tahrip edilmesidir. Aklın kendi kendine suikastı da denilebilir buna. Böylesi bir durumda ya akıl imha olacak, ya da şizorfeni adlı perdenin arkasına çekililecektir. Deborah'ın yaptığı da budur. Mevcut durum romanda şöyle ifade edilmiştir; "Bazen insan boyun eğemeyeceği bir şeyle savaşmak zorunda kalıyor ve deliliğin güvenli bir şey olduğu bir yere sığınıyor."
Elbette, romanı okumak için biraz caba sarf etmek gerekiyor. Ama yüzeysel görüntülere hapsolmanın hüküm sürdüğü günümüzde edebiyatın en insani direniş biçimi olduğunu da unutmamak gerekiyor.
"Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim... ve hiçbir zaman huzur ve mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir... Kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca yalandır... üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur."