"Bilmece gibi konuşuyorsunuz!"
"Geçmişten öğrendiklerimi söylüyorum; barış isteyenler yenilenlerdir. Barış kurbanların isteğidir. Kurbanlar saldırıya davetiye çıkarır."
"Peki ama sizin bu lanet olası, zoraki huzurunuz ne işe yarıyor o zaman?"
"Ortada bir düşman yoksa mutlaka yaratılmalıdır. Dış hedeflerden yoksun kalan bir ordu eninde sonunda mutlaka kendi halkına saldırır."
"Nasıl bir oyun oynuyorsunuz?"
"İnsanlığın savaşma arzusunu azaltıyorum."
"İnsanlar savaş istemez!"
"Onlar kaos ister. Savaş da kaosa ulaşmanın en kolay yoludur."
Dostluk sıcaktan soğuğa böyle geçer işte.
Dikkat et, hep böyle olur, Lucilius:
Sevgi tükenip bezginliğe yüz tuttu mu,
Zoraki nezaket gösterileri başlar.
Açık yürekli, candan bağlı bir insan gösteriş yapmaz.
Sayfa 82 - Türkiye İş Bankası Kültür YayınlarıKitabı okudu
Her şey bir popülerlik yarışmasıdır. Bahsettiğin bu üzüntü mesela. Nasıl olacağını biliyorum. Bugün okula gidip sevimli, küçük arkadaşlarınla bile isteye birbirinize sarılacaksınız. Onlara bir seferinde, beş yıl önce Lucinda'nın sana ojesini ödünç verdiğini anlatacaksın. Sana kimse zırvaladığını söylemeyecek. Sevimli, küçük arkadaşlarının hepsi etrafına toparlanacak ve kanayan yaraya yaklaşmaya çalışacak. Zoraki gülümseyeceksin. Öğretmenlerin ödevlerini teslim etmemene göz yumacak. Şimdi bana bunun bir popülerlik yarışması olmadığını söyle. Söyle, kardeşim. Hadisene. Söylesene, ben nasıl üzülmüşüm.
Sayfa 28 - Bir Jade Dixon-Burns SenaryosuKitabı okuyor
"Artık aramızda ortak bir şey kalmamıştı. Sıradan bir sohbet bile zoraki oluyordu. Aramızda sadece karanlık bir odada yaşanan can sıkıcı bir sessizlik ve tatmin edilemeyen arzular vardı."
Çocuklar yetişkinleri, yetişkinlerin onları terk ettiğinden çok daha fazla terk ederler. Mesele sık
sık
söylediğimiz gibi çocukların yoğunlaşmayı öğrenmemiş olmaları ya da bağlanmayı
becerememeleri değil; merakın tekeşli olmayışıdır. Yayılma eğiliminde olmasıdır. Ama
dikkatlerinin darmadağınıklığı, çok geçmeden çocuklar için riskli olmaya başlar. Fazlasıyla
merak uyandırıcı olan, kendilerini fazlasıyla canlı hissetmelerine yol açan her şey, bir
bağlılıklar çelişkisini de içerir. Çocuklardan öğrenebileceğimiz en iyi şey, ilgimizi nasıl
kaybedeceğimizdir. Onların yetişkinlerden öğrenebilecekleri en kötü şey ise nasıl zoraki bir
biçimde dikkat gösterileceğidir.
Alman felsefeci Arthur Schopenhauer (1788-1860) bu bakışları ortaya çıkaran kıskançlığı sınamak için hızlı bir yol keşfetmişti. Sizi kıskandığından kuşkulandığınız kişilere kendinizle ilgili terfi etmek, yeni ve heyecanlı bir aşk ilişkisi, bir kitap anlaşması gibi iyi bir haber verin. Kısa süreli bir hayal kırıklığı ifadesi göreceksiniz. Sizi tebrik ederken ses tonu biraz gergin ve zoraki olacak. Aynı şekilde kendinizle ilgili bir talihsizlikten söz ettiğinizde çektiğiniz acıya karşı denetlenemeyen bir sevinç mikroifadesi fark edersiniz. Bu ifadeye başkasının mutsuzluğundan keyif alma adı verilir. Karşınızdaki kişinin bir an için gözleri ışıldar. Kıskanç insanlar kıskandıkları kişinin kötü talihini duyunca biraz neşelenmekten kendilerini alamazlar.
Toplum haline gelmenin temeli, akide, düşünme biçimi, fikir, yaşama yöntemi gibi kaynaştırma öğelerine dayanıyor ve bütün bu öğeler; kula kulluk ilkesinin somutluk kazandığı, yeryüzüne egemen tanrılardan değil de, insanlık için en yüce yönetim ve yaşama biçimini temsil edildiği tek bir ilahtan kaynaklanıyorsa, bu birliktelik, insana özgü en yüce özellikleri olan ruh ve fikir unsurlarına varlık kazandırmış olur... Öte yandan bir toplumda insanları birbirine kaynaştıran bağlar yukarıda sıralananlar değil de milliyet, renk, ulus ve bölge gibi öğelere dayanıyorsa, bu tür bağların insana ait en yüce özellikleri temsil edemeyeceği aşikârdır. Çünkü insan milliyet, renk, ulus ve bölge gibi öğelerin ötesinde de insan olarak kalabilir. Ancak ruh ve fikir öğeleri bir yana bırakıldı mı insanın artık insan olarak kalması mümkün değildir. Zira insan bizzat kendi iradesi ile akidesini, dünya görüşünü, düşünce yapısını, fikrini ve hayat biçimini değiştirebilir. Fakat bir ulus içerisinde ve dünyanın herhangi bir bölgesinde doğmasına karışamayacağı gibi, derisinin rengini ve milliyetini de değiştirme imkânına da sahip değildir. İnsanların kendi özgür iradelerine ve kişisel bir seçimlerine dayanan bağlarla bir araya gelen toplumlar gerçekte "Medeni" olma niteliğine sahip toplumlardır. Buna karşın bireylerin, kendi iradeleri dışında kalan bağlarla, zoraki bir biçimde bir araya gelen toplumlar ise geri kalmış, ilkel toplumlar ya da İslâmî söylemiyle cahiliyye toplumlarıdır.
Çocuk yetiştirmek -çocukluk sırrını -ortaya çıkmasına yardımcı olmaktan başka bir şey değildir .Anne babalar Allah'ın çocuk ruhuna yerleştirdiği ve sadece o çocuğa ait olan kişilik ve karakter özelliklerinin ortaya çıkması için gayret sarf eden rehberlerdir. Yoksa anne babalık çocuğun fıtratına kendi emel ve istekleriyle bozup zoraki yeni bir fıtrat oluşturmak gayreti değildir.
Okumaktan öte bir kitabın el değmemiş kapağını aralamak bile heyecansız bir angaryaya dönüşmüştü ruhunda. Eski alışkanlığını yad etmek için pek çok kereler kendini zorladı ama gözleri satırların üzerinde yürürken hiçbir kelimenin tat vermediğini hissetti. Sanki aç değilmiş ve kuru saman çiğneyip yutmaya çalışıyormuş gibi zoraki bir çabaya dönüşmüştü okumak. İlk başlarda bunu kendine itiraf edememişti. Hâlâ iyi bir okur olduğunu, kitapları çok sevdiğini, kitap okumanın yüce faziletlerine tüm kalbiyle inandığını yineleyip durmuştu kendi kendine.
Kadınlar üzerinde yaptığım analizlerden edindiğim deneyimlerim, modern kadınların aybaşı öncesi huysuzluklarının büyük kısmının sadece fiziksel bir sendromu olmadığını, yeniden canlanmak ve kendini yenilemek için yeterince zaman ayırma ihtiyacını engellenmesinin de bu duyguda eşit ölçüde rol oynuyor olabileceğini gösterdi. Çeşitli kabilelerde aybaşı kanaması gören kadınların kirli olarak değerlendirilip bu durum sonlanana kadar köyü terk etmeye zorlandıklarını iddia eden eski antropologlardan alıntı yapan birini duyduğumda hep gülerim. Bütün kadınlar bilir ki, bu böyle zoraki bir törensel sürgün olsaydı bile, her kadın bir gün zamanı geldiğinde gözden kaybolana kadar başı kederden eğilmiş bir halde köyü terk eder ve ardından görüş açısından çıkar çıkmaz oynak bir dansa başlar, yol boyunca gülmekten kırılırdı.
Fakat yalan istemiyorum artık; bu yüzden açıkça söylüyorum ki, avucunu açıp para sıkıştırmamın tek nedeni... kötülüğümdür. Bunu daha Liza paravanın arkasındayken ve ben odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken düşünmüştüm. Yalnız şunu da söylemeliyim: Bu kötülüğü bile isteye yapmıştım, ama içimden, kalbimden gelmediğine, muzır kafamın işi olduğuna eminim. Merhametsizliğim o kadar yapmacık, zoraki, sadece kafa mahsulü ve kitap gibiydi ki, yaptığıma bir dakika bile dayanamadım; önce yüzünü görmemek için kendimi bir köşeye attım, sonra utanç ve ümitsizlikle Liza’nın peşinden koştum. Antre kapısını açıp dinledim.