Polemik zekaların savaşıymış. Zekalar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı. Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer.
İşçi sınıfı kendisine egemen olan ve doğasını kirleten kötülükleri kalbinden söküp çıkarabilse, kapitalist sömürüden ibaret olan İnsan Haklarını, sadece sefillik hakkı olan İş Hakkını istemek için değil de, günde üç saatten fazla çalışmasını yasaklayacak çelikten bir yasayı oluşturmak için gerçek ve korkutucu gücüyle ayağa kalksa, dünya, eski dünya neşeyle titreyecek, içinde yeni bir evrenin fırladığını hissedecektir...Ama kapitalist ahlakla bozulmuş bir proleter sınıfından mertçe bir devrimi nasıl isteyebiliriz?
Ancak, İslam dünyasında "Yunan tarzında felsefe" hareketi diye adlandırdığımız büyük entelektüel hareket hakkında verdiğimiz bu şemanın çok basitleştirici olduğunu hemen ekleyelim. Çünkü onda bu çizgi içerisine sokulamayacak, örneğin bir Ebu Bekr Zekeriyya Râzî (9. yüzyıl) benzeri değişik türden bir metafiziği ve ahlak öğretisini savunan kimseler olduğu gibi, sözünü ettiğimiz "felâsife"nin her konuda aynı görüşleri savunmaları gibi bir durum da söz konusu değildir. Örneğin Kindî'nin, evrenin zamanda yaratılmış olduğu görüşünü savunur görünmesine karşılık Fârâbî ve İbn Sinâ onun zamanda başlangıçsızlığını ve Tanrı'dan ezeli bir sudurla çıktığını, taştığını söylerler. Yine Fårâbî psikolojisinde insan ruhunu daha ziyade Aristoteles'i izleyerek "bedenin formu" gibi ele alıp hiç olmazsa bazı insan ruhlarının ölümsüz oldu ğu konusunda mütereddit göründüğü halde İbn Sînā, Platon veya Yeni-Platoncu geleneği izleyerek onu kesin olarak maddeden bağımsız, kendi kendisiyle kaim, tinsel ve ölümsüz bir töze dönüştürür. Nihayet sözünü ettiğimiz bu düşünürlerin, eski Yunan'dan almış oldukları tezleri salt tekrar etmekle yetinmiş olmadıklarını, temelde eklektik (seçmeci) nitelikli sistemler kurmuş olmakla birlikte, bu genel eklektisizm içinde özel bazı noktalarda son derece özgün buluşlar ve düşünceler ortaya koymuş olduklarını hatırlatalım.
Tanrı’nın Gölgesi, Osmanlı gücünün küresel etkisinin izini sürerek eski ve yeni dünyanın şeklinin belirlenmesinde İslam’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun rolünü anlatıyor ve yenilikçi, hatta devrimci bir açıklama sunuyor. Son beş asırdır bu hikâyenin asıl kısmı profesyonel tarihçiler ve sıradan okurlar tarafından inkâr edildi veya görmezden gelindi.
Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu...
Kendileri yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça ilkel ve basit kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın huzur ve saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu.
Özel bir mabet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri olarak kabul ediyorlardı.
Fakat haksız mıydılar?
Mademki 'gelişim'den kaçınmak olası değildi; terakki ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi... O halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da ilkel ve saf bir kaynak halde kalamazdı. Kulaklıktan, bebeklikten, masumiyetten, kısacası dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere üstünlük sağlamasa bile onlarla eşit şekilde bulunacak, bütün manasıyla insan, insan olacaktı...
Siyasal gruplaşmalar sistemlerden ve fe laketlerden uzun ömürlüdür. Örneğin, Almanya'da önceki yüzyılın seksenli yıl larında azgın bir antisemitist harekete yuva olan Kuzey Hessen veya Kuzey Bavyera gibi eski nasyonal sosyalist merkezler özellikle bu tehlikeye açıkmış gibi görünüyor. Hem siyah-kar şıtı hem kızıl-karşıtı hissiyata yakın duran gruplar, bu çifte hu sumetle neredeyse a priori sağ radikalizme meylederler.
O halde, sözcüklerin hiç kurtuluşu yok mudur, örneğin sözcüklerin birbirlerinden kendi başlarına ayrılacakları, eski dilin (“eski üslup”) arkasında algılanamaz kalan görsellikleri ve sesleri hakkıyla üretme amacıyla dilin şiir olduğu, nihayet yeni bir üslup yok mudur? Görsellikleri ya da sesleri nasıl birbirlerinden ayırabiliriz?, öyle saf, öyle basit, öyle kuvvetli ki, sözcükler kendi dışlarını göstermek için kendi kendilerini yardıklarında ve kendilerini tersyüz ettiklerinde onları iyigörülmemiş iyi söylenmemiş diye adlandırırız. Yüksek sesle ve müziksiz okunan şiirin bilfiil kendi müziği.