Evvela sormak lazım;"Ben'ini bulabildi mi bu insan? Hakikat tarifine varabildi mi? Varmak nedir ona göre? Ölüm nedir? Ölmüşse şayet, bana oradan bir kanıt sunabildi mi? Sınanabilirlerin en mühimi olan iki şeyi -yaşamı ve ölümü- sınamışken hazır bu insan, oradan mana taşırabildi mi? Haklı mıydı bari? Söylesene Marks, haklı mıydın? Sartre, Camus, Hegel, Descartes, Kant, Heidegger, Husseri, Lenin, Platon, Aristotales, Socrates, Hobbes, Spinoza, Leibniz, Russell, Wittgenstein, Nietzsche, Rousseau... haklı mıydınız? Cevap yok mu? Keşke, ölümden sonra soracağımız bu soruyu hesaba katarak bir cevap vermek üzerine kafa yorsaydınız. Keşke yanıtsızlığınızın yaptıklarınızı manadan mahrum bırakacağını bilseydiniz. Keşke, derin olmak ile makul olmak, öze hizmet etmek ile öze lanet etmek arasındaki ayrıma baksaydınız biraz da. Sanırım bilmiyor değildiniz ölümü. O sizin için dahi hakikat olmaktan uzak değildi. Son nefesinizi vermeden muhakkak kendi hakkında size bir kanıt sunmuş olmalı. Söyleyin öyleyse; neydi ölümü hakikat kılan? Kulağınıza son anda ne fısıldadı öyle? Aranızda ne geçti? En çok ne hissettiniz? Son nefes ile ölüme ilk adım arasında nasıl bir sınır vardı? Söyleyemezsiniz değil mi? Çünkü ölüm susturucudur. İradeye ve yaşama boyun eğdirir. Kimi, nasılı, niçini yoktur. Sözün bittiği yerdir ölüm.