Augustinus’a göre, Kurtarıcı Diriliş’ten bile önce, ölür ölmez Araf’a gider. Neden, diye sorar müfessirler, bizleri kurtarmak için insan bedenine bürüneceği ezelden beri bilinmesine karşın, neden Tanrı bunu yapmak için onca zaman bekledi? Neden o kadar yavaş davrandı? Başka bir deyişle, neden bir salyangoz gibi hareket etti? Dolayısıyla, salyangoz Meryem’e Müjde bağlamında Tanrı’nın öylesine hızlı biçimde insan bedeninde ortaya çıkmasından önce sergilediği yavaşlığı anımsatacak kusursuz bir araç olabilirdi.
Ruh ve şahsi gelişim asla belli ölçülere vurulamaz. Hatta eğitimin bile bu durumda ölçü sayılması mümkün değildir. Herkesten önce ben en cahil, en dar çevrede en ince bir ruh gelişimine rastlamıştım. Hapishanede bazen birkaç yıldan beri tanıdığın bir adamı çoğu zaman hayvan yerine koyup küçümsediğin olur. Ama bazen de öyle bir an gelip çatar ki, aynı adamın ruhu gayriihtiyari dışa açılır; işte o zaman içindeki hazineyi, duyarlılığı görür, kalp taşıdığını anlar, kendinin ve başkalarının ıstıraplarına karşı gösterdiği anlayışın farkına varırsınız. Gözleriniz birdenbire açılır; ilk anda bütün bunları görüp duyduğunuza bile inanamazsınız. Bazen de tersi olur: Tahsil, barbarlık ve sinizm ile öylesine bir uyuşur ki, nefretten boğulacak gibi olursunuz; ne kadar iyi kalpli ne kadar saf olursanız olun buna bir özür ya da hafifletici sebep bulamazsınız.
Bencillik, genellikle her insanın kişiliğinde öylesine derinlere kök salmış bir niteliktir ki bir kimseyi harekete geçirmek için her türlü kuşku ve tereddütten beri olarak ancak bencilce amaçlara güvenilebilir.
'vakit'ten öylesine kopmuş ve buna karşılık kendimi zamanın akışına öyle bırakmıştım ki saatin kaçı kaç geçtiği ya da kaça kaç kaldığı sorusu benim gündemimden çoktan beri düşmüştü.
SÜT
Senelerden beri yapmadığım şeyi yaptım: Süt içtim. Dükkânın içinde su buharı, süt kokusu, insanı ağlatıp uyutacak, kırk sene evvelki bir beşik hatırasına kadar sürüklüyordu... Evet, senelerden beri ne erken uyanmış, ne de süt içmiştim. İşe sütle başlıyorduk. Ne haristi parmaklarımız anamızın göğsünde. O ne dişsiz bir canavar ağzı idi
14 Temmuz 1918, Pazar.
Matmazel Brandner'i bekliyordum. Karlsbad'ın güneybatısındaki eski şatosuyla tanınan Elbongen'e otomobille gitmeye karar vermiştik. Otomobil Eger nehir kıyısındaki yolu takip ediyordu. Matmazel Brandner Türk ordusuna ilgi duyar gibi görünüyordu. Bana ordumuzun sayısı ve mevcutları hakkında soru sormuştu.
Mantığımı kullanmaya başladığım ilk günden beri öğrenmeye olan eğilimim öylesine şiddetli, öylesine güçlü olmuştur ki ...ne başkalarının azarlamaları ne de benim kendi düşüncelerim Tanrı'nın bana verdiği bu doğal güdüyü izlememi önleyememiştir. Bunun nedenini yalnız O bilebilir; Bende yalnız Kendi yasasını izleyecek kadarını bırakıp verdiği bu anlayış ışığını alması için kendisine yalvardığımı da bilir O. Bundan fazlası bir kadın için çoktur çünkü.
Hatta bazıları bunun zararlı bile olduğunu söylerler.
— JUANA İNES DE LA CRUZ
Puebla Piskoposuna Cevap (1691) (Kadınlığı ile uyumlu olmayan bilimsel çalışmalar yapması nedeniyle kendisine saldırması üzerine)
"Parya" diye bir kelime vardır. İnsan toplumunda bu kelime başarısızları, ezikleri, ahlaksızları belirtmek için kullanılır. Ben doğduğumdan beri kendimi bir parya gibi hissettim ve toplumun da böyle damgalamaya layık gördüğü biriyle tanıştığımda her zaman derin bir şefkat duygusu hissederim. Şefkatim o kadar derin ki bazen kendimi ona sessiz bir hayranlık duyarken yakalardım.
Ayrıca "suçlu psikolojisi" diye bir kavram da var. Tüm hayatımı vicdanım tarafından rahatsız edilerek yaşadım ama aynı zamanda vicdanım sağdık bir yoldaş oldu. Onunla kasvetimizde oynaşırken her zaman yanımda duran sadık bir eş gibi. Bir de "kirli çamaşırları olmak" diye bir deyim vardır. Benim için o çamaşırlar doğduğum anda kirliydiler ve ben büyüdükçe temizlenmek yerine daha pis ve iğrenç hale geldiler, ta ki her gece milyonlarca farklı cehennemin azabını çekecek kadar kokusu ağırlaşana dek. Öyleydiler öylesine ama (şüphesiz bu dediğim kulağa çok tuhaf gelecek), yavaş yavaş bana kendi kokumdan daha tanıdık gelmeye başladılar. Bu ağır kokuları, açık bir yaranın acısı gibi, fısıltılı aşk protestoları gibi geliyordu. Benim gibi bir adam için, katıldığım yeraltı siyasi toplantılarının havası bu yüzden garip bir şekilde rahatlatıcı ve garip bir şekilde rahattı. Sonuç olarak, beni cezbeden hareketin amacı değil, doğasıydı.
Yutkunarak onu izliyorum.
Usulca sağ ayağımı tutuyor ve bacaklanmı ayınyor. Bana bakınca gözlerindeki soru işaretini yakalıyorum.
Canımı yakacak mısın?
Gözleri yaralanmı hedef alıyor. Bııııu ister misin?
Ben... ben bilemiyorum.
İhtiras nedir biliyor musun?
Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırıyorum.
Çoğu insan ihtirasla arzuyu karıştırır.
Sonunda bitti... Baya kötüydü. Çok tatlı bir manga olabilecekken baya baya kötü olmuş. Hikayesi özellikle serinin sonlarına doğru çok sıkıcılaştı. Karakterler sinir bozucuydu ve gerçekten suçlu olan kimse layığını bulmadı hatta tam tersi sanki onlar başından beri haklı ve madurmuş gibi gösterildi. Hatta ve hatta hikaye öyle bir noktaya geldi ki ana karaktere vursalar "bana vurmana sebep olduğun için suç bende, elinin incinmesine sebep olduğum için iğrenç biriyim nolur beni affet" falan diyecek. Hem Şooka hem Şooya bütün seri herkesten her dakika özür diledi ama bir kere bile karşı taraftan özür almadılar. Zaten ne okuduğumuz da belli değildi paneller birbirinden çok kopuktu. Mangaka "ya ben bir heves bir şeye başladım ama neyse yarım kalmasın sallayayım öylesine bişiler" havasında bitirmiş seriyi. Keşke okumasaydım, asla da kimseye tavsiye etmem, türünde çok daha güzel eserler var. Bu da ne akla hizmet bu kadar meşhur olmuş anlamadım. Çöp.
1/10
Çekinmesi, korkusundan ve sefil yaradılışından değildi. Yalnız bir süreden beri kara sevdaya benzer; sinirli, tedirgin bir durumu vardı. Kendi içine öylesine gömülmüş, herkesten öylesine olayes- uzaklaşmıştı ki, yalnız pansiyoncusuyla değil, her türlü karşılaşmadan korkar olmuştu. Delikanlı yoksulluğun ağır yükü altında ezilmişti; ama bu sıkıntılı hâli bile son zamanlarda onu üzmez olmuştu. Bir insanın yaşaması için önemli olan konularla ilgilenmekten vazgeçmişti.
Kötürüm birine bir şeyler anlatmak, ne büyük bir haz kaynağıdır. Sağlıklı insanlar
öylesine kararsız kimselerdir ki! Nesnelere bazen bu, bazen öbür tarafından
bakarlar. Kendileriyle bir saat kadar birlikte mi yürüdünüz, ilkin sizin sağınızda
bulunmuşlarsa, bakarsınız ansızın sol yanınızdan gelir sesleri; tek nedeni de,
bunu daha kibar bir davranış, daha seçkin bir terbiyenin işareti saymalarıdır.
Oysa kötürüm bir insan karşısında böyle bir tasaya kapılmak yersizdir.
Devinimlerindeki kısıtlılık nesneler karşısında benzer bir tutum takınmaya zorlar
onu; beri yandan, nesnelerle arasında gerçekten içtenlikli ilişkiler kurar. Böyle
bir tutum başkalarından üstün biri yapar onu; öyle biri ki, yalnız suskunluğuyla
değil, ağzından seyrek çıkan sözcükler ve gönlündeki yumuşak, saygı içeren
duygularla da çevresine kulak verir.