"Kalabalık beni sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil... İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile... Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımdan küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum. Bütün bu beynimde geçenleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman nasıl hazin bir hal aldığımı tasvir edemezsiniz."
Bir mum yaktım. Jak Danyel adlı bir şişeyi kaptım oturdum. İki tek attım sek, temiz. Ağır ağır sigara sarmaya koyuldum. Sarma işini uzattığımı fark ettim. Bozmadım kendimi. Bütün dikkatim parmak uçlarımdaydı. Sardığım tütün değildi kâğıt da değildi. Kendimi, kendimle sarıyor, sarmalıyordum. Garip bir hafiflik gelmişti üstüme. Hem içimdeydi hem de ben onun içindeydim. Bıraktım kendimi dibe indim.
At vuruldu; içim paramparça Rüveyda
Gölgelerin ardına sakladım kusurumu
Sen orda kayıtsızca gülümsüyor gibisin
Ben burda damla damla eriyip akıyorum
Yine de, bırakamam yerlere gururumu
İstenmediğim yeri usulca terk ederim
Hâtıra kalsın diye bırakır da ruhumu
Mahzun bir derviş gibi boyun büker, giderim.
Hangi ressamı vurur bilmem, endamın
Sarar da benliğimi
Ben beni tanımam kaldırımlarda
Kafesleri yutan kafese doğru
Alaca bir at koşar içimde
Zamansız, mekânsız nefese doğru..
Pembe uçurtmalar yolladığından beri
Sarardı tiryaki menekşeleri
Sonbaharın tozlu kafeslerinde
Sevgi turnaları yakalıyorum
Turnalar gidiyor; ben kalıyorum
Avareyim, asudeyim, yorgunum
Bilmiyorum neden sana vurgunum
Erzurum garında, banklar üstünde
Uyku tutmuyor karanlıkları
Yitik düşlerimi kovalıyorum
Gölgeler gidiyor; ben kalıyorum…
Meselâ bir barikatta dövüşerek
meselâ kuzey kutbunu keşfe giderken
meselâ denerken damarlarında bir serumu
ölmek ayıp olur mu?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
Seversin dünyayı doludizgin
ama o bunun farkında değildir
ayrılmak istemezsin dünyadan
ama o senden ayrılacak
yani sen elmayı seviyorsun diye
elmanın da seni sevmesi şart mı?
Yani Tahiri Zühre sevmeseydi artık
yahut hiç sevmeseydi
Tahir ne kaybederdi Tahirliğinden?
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil.
" Bir müddet sustuk... Kafamın içinde ona söylenecek uçsuz bucaksız şeyler bulunduğunu hissediyorum, senelerce söylense bitmeyecek şeyler... Fakat hiçbiri şu anda aklıma gelmiyordu. "
Bir yanda parçalanmış teknem durur,
Sert tütünüyle gün bir yanda.
Kara yakındı önce, hem çok yakındı,
Elimi uzatsam tutardı ama
Yalnızlıktır denizin tek yasası,
Bütün ölüler unutulur,
Yaşayanlar kalır tek başlarına.
+ Bir sigaran var mı ?
İşte böyle başladı. Her şey bu üç kelimeyle başladı. Bir sigaran var mı ? Yok, diyebilirdi. Belki de hiç yanıt vermemeliydi. Kalın dudakların arasında çıkan kelimeleri daha iyi dinlemeliydi. Aslında o gün Zargana Koma'dan bir sigara istememişti. Bir hayatın var mı, diye sormuştu belki de. Ve o, evet demişti. Sana verebileceğim bir hayatım var...
Herkesin öyle bir hikâyesi yok muydu? Başlayıp da bitiremediği. Çünkü kimsenin dinlemediği... İçine atmak, diye bir şey varken anlatmaya ne gerek vardı?
- Peki şimdi ne yapacaksın?
• Yoruldum durmaktan, bir şeyler yapacağım işte.
- İyi de ne?
Yasin, hiçbir şey yapmayacak ve durmaya devam edecekti. Ölene kadar. Sonra biraz da orada duracaktı. Toprağın altında. Sonra da yok olup gidecekti. Hiç gelmemiş gibi.
Dünya üzerinde bütün insanlardan farklı olarak. Çünkü bütün insanlar bir şeyler yapmış, yapıyor ve yapacaktı. Hatta öldükten sonra bile.
Bazıları cennete gidecek,
Bazıları doğaya karışacak,
Bazıları da yeniden doğacaktı.
Kimse Yasin kadar yok olup gitmeyi göze alamıyordu.
Kimse, iz bırakmadan kaybolmaya cesaret edemiyordu.
Dünyadan gelip geçtiklerine birinin tanıklık etmesi şarttı. Varlıklarını süslemek için.
Yasin hariç, herkesin, içine gömüldüğü bir piramidi vardı. Öyle ya da böyle, herkesin bir ölümsüzlük planı vardı. Ama Yasin fazla ölü görmüştü. Hayatı boyunca bir savaş alanında yaşamış gibi. Dünya üzerinde hayatta kalan son insanlar kadar ölü görmüştü. Belki de bu yüzden yok olup gitmekten korkmuyordu. Var olmaktan yeterince korktuğu için.
Bu hayatta kimseye hiçbir şeyi tam olarak anlatamayacağını anlamıştı. “Çünkü biri için ölüm kalım meselesi olan, diğerinin gözünde toz kadardı.”
Çünkü Oğuz Atay'ı da okudum. Seni de tanıdım...
Diyebilirsin ki bir insanı fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim... Seni az tanıyorum... Az...
Sen de fark ettin mi? Az dediğin küçük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece 2 harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri Başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi.
Bu yüzden, belki de, az çoktan fazladır. Belki de az, hayat ve ölüm kadardır! Belki de, seni az tanıyorumi demek, seni kendimden çok biliyorum demektir. Bilmesem de öğrenmek için her şeyi yaparım demektir. Belki de az her şey demektir. Ve Belki de benim sana söyleyebileceğim tek şeydir.
Beni bir gün unutacaksan bir gün bırakıp gideceksen boşuna yorma derdi boş yere mağaramdan çıkarma beni alışkanlıklarımı özellikle yalnızlığa alışkanlığımı kaybettirme boşuna.
“Kaçacak bir yerim yok ki. Dapdaracık oldu dünya. Tek ayak üstünde bile duramam artık.”
Nefret ettiğin şu insanlardan daha baskın çıkmışsın kendine karşı.
Onların yapamayacağı kötülüğü yapmışsın kendine.
Sevginin kökünü kazımışsın içinde, rahimlerini kazıta kazıta çocuk doğuramayacak duruma gelen kadınlar gibi olmuşsun.
Sadece yalnızlığın için çalışmışsın, büyük duvarlar örmüşsün çevrene, ama sonra bir bakmışsın ki duvarların içinde kimse yok.
Yok etmişsin kendini.
Bağırıp çağırman ondan.
Kendi sesini duymak istiyorsun.
Netice bu.
Kendimizi var edemediğimiz için, yok ediyoruz.