Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Üçüncü konferans
Filistin ve Mescidi Aksa davasi hak davadır. Adaletin, aklın,mantığın bir davasıdır. Bütün zaferi, yerden ve gökten yardımı hak eder. Uyduruk israil devleti ise zulüm, suç, gasp ve büyüklenme üzere kurulmuştur. Yahudiler Allah'ın yaratıklarının en aşağıları,korkaklık ve boyun egmede en ileri gidenleridir. Bu yapay devletin ahalisi dünyanin farkli halklarından oluşuyor. Bir ufuktan digerine dagınık yerlerden toplanmişlardir. Etraflarını bileği saran bilezik, boynu saran gerdanlik gibi Arap devletleri sarmıştır. Dolayısıyla bu devlet dalgalı geniş bir denizin ortasında küçük bir ada gibidir. Yüce Allah şöyle buyurmustur: "Onlar aşağılik ve yoksulluk belasına çarptrıldılar ve Allah'ın gazabını hak ettiler."(Bakara, 261)
Bir sosyalistin doğuşu :)
Kirsanov ona okuması gereken kitapların listesini verdi. Rahmetov ertesi sabah sekizden başlayıp, Nevski Bulvarında Admirelteskaya'dan Politseyski Most'a kadar ileri geri dolaşarak kitabevlerinin açılmasını bekliyordu. Az sonra açılan ilk kitabevine girmiş,aldığı kitaplarla evine kapanmıştı. Sabah saat 11 den başlayıp aralıksız 82 saat okudu. İlk iki gece uykuyu kendi gücüyle yenmişti. Üçüncü gece sekiz fincan kahve içti ama artık bu koyu kahveler de uykusunu dağıtmıyordu. Rahmetov olduğu yere yıkılarak odanın döşemesinde tam 15 saat uyudu. Tıpkı bir ölü gibiydi. Bir hafta sonra yeniden Kirsanov'a uğradı. Hem okuduğu kitaplarla ilgili açıklamalar hem de yeni kitap listesi istiyordu.
Sayfa 379
Reklam
SANAT ADAMI ATSIZ RUHLARA İŞLEYEN ŞİİR. Atsız'ın sanat hayatı şiirle başlar. Biz de onun şiiriyle başlayalım.
Elleri ellerimdeyken göğüslerime doğru eğilip birini ağzına aldı. Zevkle iç çekerken bedenim ona teslim oluyordu ama yine de aklımda detaylar dolaşmaya devam ediyordu.Ellerimi boynuna doladım ve onu biraz daha kendime doğru çektim. Aramızdaki aleti sertleşmeye devam ediyor, bense tahrik olmaya devam ederken dudakları bana ihtiyacı olduğunu söylüyor, ben de aynı şekilde istekle ona ihtiyaç duyuyordum. Dudağımı dudaklarından ayırmadan elini göğüslerime götürdü. İhtiyacım olduğu şekilde bana dokunmak konusunda uzmandı. Dokunuşu hiçbir zaman nazik olmaz, her zaman kaba olurdu. Beni çılgına çeviren bir biçimde göğsümün ucunu sıktığında, dudakları dudaklarımdayken acı dolu bir çığlık attım
Benden başka kimsenin fark etmediğini sandığım, belli belirsiz bir hareket yapar gibi oldum. İnsanın sözlerinin ve hareketlerinin başkalarına hangi ölçüde göründüğünü tam olarak hesaplayabilmesi aslında zordur; kendi önemimizi gözümüzde büyütmek korkusuyla, başkalarının doğumdan ölüme anılarının yayılmak zorunda olduğu alanı büyütüp dev boyutlara
Sayfa 489
Şimdi'yi tutamamak gibi bir limit problemi
Herkes bilir ki, bir saat ya geri kalır; yahut ileri gider. Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar imkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir; meğer ki durmuş olsun.
Reklam
Biraz uzun bir alıntı ama bence buna değer.
"Amor intellectualis quo Murphy ipsum amat" Ne yazık ki öykümüzün "Murphy'nin Usu" diye adlandıracağımız şeyi tanımlayacak yerine gelmiş bulunuyoruz. Tanrıya șükür bu aleti gerçekte olduğu biçimde ele alacak değiliz, oldukça yersiz ve gereksiz bir tutum olurdu bu. Yalnızca Murphy'nin usunu duyumsayışı ve
Anadolu'nun Türkleşmesi hareketi dokuz asırdan beri başlamış bulunuyor. Ancak bu asırlar içinde, soyları ile dilleri ve dinleri bize yabancı birçok unsurlar milletimize karıştı. Geçen asrın sonlariyle asrımızın başında soy ve dil karışıklığının milliyet metkuresini zayıflatacağını hissedenlerin hareketleri görüldü. Soyda ve dilde Türkçülük cereyanları başladı. Milliyetçiliğimizin evriminde üçüncü merhaleyi teşkil eden bu cereyan, her iki şekliyle o zaman Turancılık davasına bağlanıyordu. Dini milliyetten ayıran Turancılar, o devrin gerçek milliyetçileri sayıldılar. Fethi Ali Ahundofdan sonra Şıpka kahramanı Süleyman Paşa, Ali Suavi, Ahmet Vefık Paşa, Şemsettin Sami, Ömer Seyfettin Genç Kalemler'de dilde Türkçülük davası yolunda çalıştılar. Bunlardan sonra Ziya Gökalp'ı görüyoruz. Gökalp, başlangıçta soycu Türkçü idi. Turancılık davasını tam manasiyle coğrafyaya bağlamıştı. Sonradan kültür Türkçülüğünü müdafaa etti. Yani milletin maddi unsurlarını bırakarak ruhi unsurları ön plana aldı. Türkü tarif ederken "dili dilime, dini dinime uyandır" diyordu. Dil davasında Arap ile Fars gramerinin kaidelerinden sıyrılmış, fakat halk tarafından anlaşılan Türkçeyi benimsiyordu. Din olarak başlangıçta Şaman dinini istemişti. Sonraları, Arabın İslamlığından ayrılmış, Türk dil ve geleneklerine uydurulmuş İslam dinini kabul etti. Hayatının sonlarında ise laikliği ileri sürdü.
Atsız Uyarılarına Devam Ediyor: Soruşturmaya ve hakkında dava açılmasına rağmen Atsız uyarılarına devam eder. 19 Ağustos'ta yazdığı yazı Ötüken'in Eylül sayısında çıkar: "Bağımsız Kürt Devleti Propagandası". 8-29 Mart 1967 tarihlerinde Yeni Gazete'de tefrika edilen "Barzani'nin Karargâhında” başlıklı yazı
Aristoteles'e göre bilim, nedenlerden çıkarsama yoluyla edini­ len bilgidir. Özellikle, kanıtlanamayan ilk nedenden çıkarılmış bir bilgidir. Nedenden çıkarsanmış bilimden başka, Aristoteles, kaynağım deney ve tümevarımda bulan ve olaylardan çıkarılan bir bilim olduğunu da söyler. Ama bu bilim, nedenden çıkarsa- nan bilimle boy ölçüşemez. Çünkü bu bilim, düşüncenin kav­ ramlardan kalkarak temel ilkeye, yani kanıtlanamayana varma­sını sağlamayan bir yöntemden türemiştir. Gerçekten de, apodiktikin olabilmesi için kanıtlanamayan kesin ilkelerin bulun­ması gereklidir. Bu çeşit ilkeler arasında çelişmezlik ve üçüncü şıkkın imkânsızlığı ilkelerini sayabiliriz. Belli bir içeriği olumla-mak (tasdik etmek) ya da olumsuzlamak (nefy etmek), bunlar­dan birinin doğru ötekinin yanlış olduğunu söylemek demektir. Yani birbiriyle çelişen iki önerme hakkında üçüncü bir yargı ileri sürmek imkânsızdır. Bir kanıt, nedensellik karakterini ta­şıdığı ve yukarıda sözü geçen son ilkelere yakın olduğu ölçüde mükemmeldir. Bundan başka, en mükemmel kanıt, en basit ve en olumlu olan ve eksiksiz bir kanıtlama sağlamak için en az terim gerektiren kanıttır.
Reklam
Aristoteles, doğadaki değişimleri açık­layabilmek için idelerin ve tek tek şeylerin yanına üçüncü bir terimi, yani hiç değişmeyen idelerin karşıtı olduğunu ileri sür­düğü ve bütün değişimlere konu Ödevini gördüğünü söylediği maddeyi koymaktadır. Öte yandan, Platon'un diyalektiğinin, zamanla daha soyut ve genel bir hale geldiği de görülmekte­ dir. Nitekim, Sofist’te dianoia'nm (matematik bilgi) logos ile bir ve aynı şey olduğunu söylemekte ve diyalektiği "ruhun, ken­disiyle yaptığı bir iç diyalog" olarak tanımlamaktadır. Böylece diyalektik, gerçek bir süreç olmak niteliğini kaybettiği gibi, dü­şüncenin yasası olmak özelliğini de kaybetmekte ve katkısız bir içdüşünme (reflexion) haline girmektedir.
Atsız Tekrar Süleymaniye Kütüphanesinde: Atsız aleyhindeki konuşma ve yayınlar nihayet 1952 Mayıs'ında semeresini (!) verecektir. Olaylar şöyle gelişir: "Türk Milliyetçiler Derneği, 3 Mayıs kutlamalarına katılması ve bir konferans vermesi için Atsız'ı Ankara'ya davet etti. Konferansın konusu 'Devletimizin Kuruluşu'
Hibritten GDO'ya tüm gıda çalışmalannda aym tezi ileri sürerler: Açlıkla mü­ cadele! Evet bu koca bir yalandır. Şunu söylemem gerekiyor: Daha fazla yiyece­ ğin olması iyidir ama tek çeşitli tanmsal beslenme hastalık sebebidir! Bugün sa­ dece bir ürüne bağımlılığın hastalıklara sebep olduğu bilinmektedir. Gıda çeşit­ liliğini yok edenler bu meseleyi hiç konuşturmaz. Baksamza... Çavdan, danyı, arpayı, gölevezi, manyoku unutturdular! Tek bir örnek vermeliyim: İrlanda'da l8'inci yüzyılda halkın tek besini olan patatesi saran mantar hastalığı, dört yıl­ da hasadın dörtte üçünü yok etti. Patatese bağımlı bir milyon insan açlıktan öldü. Tek bir ürüne bağlılığın ne olduğunu acı bir sonuçla öğrendi İrlandalılarl
Bizimki dahil olmak üzere modern kültürlerin çoğunda ise, egemen tutumun kurbanı olmaya katlanmaya dayanıklılık deniyor ve semptomlarımızın ciddiyetine aldırış etmeden bu yükü taşıyabilmek bir çeşit kahramanlık sayılıyor. Büyük bir çoğunluğumuz bu sosyal geleneği sorgusuz sualsiz kabul ediyoruz. Neokorteksimizden aldığımız gücü, mantıksallaştırma yeteneğimizi kullanarak, kişinin ciddi bir tehdidin üstesinden gelmiş olduğu, hatta bir savaşı bile "sıyrıksız atlattığı" izlenimi vermekte zorlanmayız ve çoğumuzun yaptığı şey de tam olarak budur. Daha çok diğerlerinin hayranlığını kazanmak için "soğukkanlı görünmeye çalışırız - sanki hiçbir şey olmamış gibi davranan birer kahraman gibi dolaşırız.Bizi süper-insan olmaya teşvik eden bu sosyal adetler insana ve topluma çok büyük haksızlık ederler. Eğer nispeten nazik dürtülere baş eğmeden hayatta ilerlemeye girişirsek, üzücü deneyimlere geri döndürülürüz ve güç gösterimiz illüzyon olmaktan ileri gidemez. Aradan geçen zamanda da travmanın etkileri gittikçe büyüyerek daha ciddi bir hal alır ve sağlamlaşarak kronikleşirler. Sinir sistemimizde donmuş halde saklanan yarım kalmış tepkiler ise zorla uyandırıldıklarında patlamak üzere programlanmış birer saatli bombaya benzerler. Insanoğlu bu gücü boşaltmak için uygun araç gereci ve desteği bulana kadar bizler açıklanamayan öfke patlamaları yaşamaya devam ederiz. Gerçek kahramanlık yaşanan dene- yimleri bastırıp inkar etmek değil, onları açıkça kabullenecek cesarete sahip olmaktır.
Üçüncü bir nokta: Mustafa Kemal Paşa'nın işi siyasete dökmesi ve orduyu tamamiyle ihmal etmesi, batı isyanlarının yayılmasını ve Yunan ordusunun istilasını kolaylaştırmasıdır. (Bu hakikati nutuk, Sahife 316 sonlarından okuyalım) (Efendiler 8 Kasım 1920 de... Garp cephesi kumandanını bu kıyafete rağbet ettiren fikir ve zihniyet ceryanınını bütün Garp cephesi üzerinde ne derece ileri bir tesir yapmış olduğunu anlamak için, artık tereddüde mahal kalmamıştır. Kat'i direktif, sur'atla, muntazam ordu büyük süvari kitlesi vücuda getirmekten ibaretti...) Demek ki. Askeri planın imzası tarihi olan 9 Ocak'tan beri geçen on ay zarfında, Garp cephesiyle temas edilmemiş demektir. Hiç değilse 16 Mart da Başkumandanlık ve Garp cephesi Kumandanlığını fiilen ele alsalardı, yüksek enerjilerinden Garp Cephesi sekiz ay kadar bir müddet mahrum kalmamış ve bu hale girmemiş olacaktı. Fakat bunu gördükleri halde dahi, bu defa da ordunun başına geçmeyerek, işi İsmet Beyle Rafet Paşa'ya bırakmışlar ve bu suretle Sakarya Muharebe'sine kadar dokuz aylık bir zaman daha kayıp etmişlerdir.
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.