Seni de, seni sevdiğimi de, sonradan anlamıştım; sen de, şimdi gitmiş olduğundan, bu ‘anlama’ nın da hiçbir önemi kalmamıştı, artık.
Bir yitim, bir hiçlik, bir boşluk daha bulmuştum, işte bu ‘anlam’la—
Bugün Taksim İstiklal caddesinde yürürken, hep önünden geçtiğim ama kapısı çok küçük girişli olduğu için daha önce fark etmediğim bir kiliseye denk gekdim. Farklı ibadethaneleri gezmeyi çok severim. Şunu fark ettim, her girdiğim kilisede aynı şeyi hissediyorum; soğuk, buz gibi.. Yani ruhu yok, enerjisi yok, kasvetli, çok keskin kuralları varmış gibi hissettiriyor geriliyorum. Fakat hangi cami olursa olsun içeri girdiğim an tüm hücrelerimle yoğun bir olumlu enerji çevriliyor beni. Camilerin kubbelerinin neden yuvarlak olduğunu öğrendiğimde anlamıştım aslında İslamiyetin ne kadar herkese hitap eden bir din olduğunu. Keskin kuralları olmayan, her insanın rahatlıkla içeri girebileceği ibadet alanları; Hz. Mevlana'nın "Ne olursan ol yine gel." dediği bu söz tam tasdiki beyan ediyor aslında.
Rabbim, İslamiyete layık ve hakkıyla yaşamayı daim etsin hepimize 😊
Her şey, kendilerini gülüşlere bırakan ve ıslak dudaklarıyla "gülmek iyidir" diyen kadınlar gibi usul usul varoluşa kayıyor; karşı karşıya geçip yayılıyor, varoluş en aşağılık sırlarını birbirine açıyordu. Varoluşmayış ile şu baygın bolluk arasında bir orta yerin bulunmadığını anlamıştım. Varolunuyorsa, buraya kadar varolmak; küfe, şişkinliğe, müstehcenliğe kadar varolmak gerekiyordu. Bir başka dünyada, daireler, müzik havaları, saf ve eğilip bükülmez çizgilerini sürdürüp duruyorlar. Oysa, varoluş bir bükülmedir. Ağaçlar, koyu mavi sütunlar, bir fıskiyenin mutlu mırıltıları, canlı kokular, soğuk havada çalkanan sıcak sis parçaları, bir sıra üzerinde sindirim yapan kızıl saçlı bir adam; bütün bu gevşeklikler, birlikte ele alınınca gülünç bir durum gösteriyordu. Gülünç... Hayır, oraya kadar varmıyordu bile; varolan hiçbir şey gülünç olamaz, bu durum kimi vodvillerdeki belli durumları çok uzaktan yarım yamalak andırıyordu. Bir yığın tedirgin, kendinden sıkılmış varolandan başka bir şey değildik. Burada bulunmamız için tek bir neden yoktu; hiçbirimiz böyle bir neden ileri süremezdi. Utanç içinde bulunan ve belirsiz bir tedirginlik duyan her varolan, ötekilerin karşısında kendini fazlalık olarak hissediyordu. Fazlalık.
O an anlamıştım ki her zaman ayakta kalacaktım, bana yanında bir yer ayarlamak hiçbir zaman aklına gelmeyecekti çünkü o, buydu: Tek başına kalmış, yalnız bir adam.
Oysa Sartre, ta on beş yaşımdan beri sürdürdüğüm düşlerimin kahramanına tıpa tıp uyuyordu. Sartre, akkor haline gelmiş tüm yakıcı özlemlerimin kaynağı olan düşsel kahramanımın bir eşiydi. Onunla her zaman her şeyi paylaşabilecektim. Ağustos başında ayrıldığımız zaman, Sartre'ın yaşamımdan bir daha hiç çıkmayacağını iyice anlamıştım.
Daha o zaman bile düşüncelerin kafamıza bazen kelimelerle, bazen de
resimlerle geldiğini anlamıştım. Bazen bir fikri kelimelerle düşünemezdim
bile… Ama o şeyin resmi, mesela bardaktan boşanırcasına yağmur yağarken
nasıl koştuğum ve neler hissettiğim gözümün önünde hemen beliriverirdi.
Bazen de bir şeyi kelimelerle düşünebilirdim ama gözümün önüne onu bir
resim olarak asla getiremezdim: Siyah ışık gibi, annemin ölümü gibi ya da
sonsuzluk gibi.
Hayatın ve evrenin doğasının, umut üzerine kurulu olduğunu uzun zaman önce anlamıştım. Umut, o iki çizginin ileride birleşmesiydi. “Geçmişte birdiniz, gelecekte yine olacaksınız!” cümlesini fısıldayan hayat ve evrenin doğası. Umudun peşinde, çılgınca koşan bir atın üzengisine ayağı takılmış süvari gibi insanoğlunu yerlerde sürükleyen hayat ve evrenin doğası.
Geçenlerde hiç bilmediğim bir dilde, bir kadının ağıt gibi bir şarkısını dinledim. Kelimeler hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu ama bana ne anlatmak istediğini anlamıştım. Çünkü kadının yaşadığı acı , şarkıyı dinlerken benim gözlerimden yaş olarak akabilmişti."