"Niko'nun temsil ettiği ruh ve müstakbel ve aziz Pontus için İçeceğiz şimdi," demişti.
Salih perişan ve sersem bir hâlde kaçtı; artık hayal meyal hatırladığı harp yıllarında, bir gün bir çemberden tesadüfen kurtulan bölüğü ne hâlde idiyse tıpkı öyleydi. O gün bölük alaya kavuşmayı nasıl şuursuz bir hırsla istemiş idiyse Salih de şimdi biriyle konuşmayı tıpkı öyle istiyordu.
Biri ile konuşmalı, mutlaka konuşmalı idi. Kendisini tokatlayacak, yüzüne tükürecek, sövecek, fakat daha önce dinleyip, bütün şu olanların ve her şeyden önemlisi- kendisinin neden böyle olduğunu anlatacak biriyle.
Fakat kiminle? ..
Mumcu?.. Olmaz! Akağa? Olmaz! Salim de öyle.. Ali Emmi?.. O hiç olmaz! Hayır, tanıdıkları olmaz, olamazdı. Ona, kendi hakkında "değiştirilemez" hükmü vermemiş birisi lâzımdı. Fakat kendini saklamak için istemiyordu bunu. Tam tersine, Salih, onların bildiklerinden de kötü, çok daha iğrenç buluyordu kendini ve bunun neden böyle olduğunu anlatmak istiyordu. Öyle birisini bulsaydı, önce bunu anlatacak, içini bir çöp tenekesi gibi ortaya dökecekti. Bir çöp tenekesi gibi, evet. Ama bu tenekeye gaflet, anlayışsızlık, sevgi yokluğu ve insanın yüreğini parça parça edecek kuruntular yüzünden çok çok güzel, değerli şeyler de atılmıştı. Salih, bunları da anlatmak isterdi ve bunları kurtarmanın yolu var mıdır, yok mudur? Varsa nedir? Bunu öğrenmek isterdi.
Fakat kiminle konuşmalıydı?