Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
"Kendinizi öldürmeyeceksiniz, değil mi?" diye sordu Doktor boğuk bir sesle. "Öldürebilirim; eğer beni seven ve beni böyle bir acıdan, böyle ümitsiz bir teşebbüsten kurtaracak bir dost bulamazsam!" Konuşurken ona anlamlı anlamlı baktı. Doktor oturuyordu; ama ayağa kalktı, ona yaklaştı, elini başına koyup ciddiyetle konuştu: "Çocuğum, senin iyiliğin için olacaksa, böyle biri var. Senin için en iyisi olacağına inansam, senin için böyle bir ötenazi düzenlemenin hesabını Tanrı'nın önünde verebilirim. Hayır, güvenli olacağına inansaml Ama, çocuğum..." bir an boğulur gibi oldu, boğazından büyük bir hıçkırık yükseldi; yutkunarak devam etti: "Burada, seninle ölüm arasında duracaklar var. Ölmemelisin. Herhangi bir elin yardımıyla ölmemelisin; özellikle de kendi elinle. Senin tatlı hayatını kirleten diğeri gerçekten ölene kadar ölmemelisin; çünkü o henüz Ölümden Dönmüşler'in arasındayken ölürsen senin ölümün de onunki gibi olur. Hayır, yaşamalısın! Ölüm senin için ifade edilemez bir lütuf gibi gelmeye başlasa da mücadele etmeli, yaşamaya çalışmalısın. Ölümle savaşmalısın, sana acıyla da gelse, sevinçle de; gündüz de gelse, gece de; güvenlik içinde de gelse, tehlike içinde de! Yaşayan ruhuna söylüyorum, ölmemelisin-hayır, ölümü düşünmemelisin bile- ta ki bu büyük kötülük geçip gidene kadar." Zavallı sevgilim ölü gibi beyazladı, yükselen dalgalarla bataklık kumlarının titreyip sallanması gibi titreyip sarsıldı. Hepimiz sessizdik; yapabileceğimiz hiçbir şey yoktu.
Sayfa 327 - Jonathan Harker'ın Günlüğü, 3 EkimKitabı okuyor
“Acı fizikseldir, ıstırap zihinsel. Zihnin ötesinde ıstırap yoktur. Acı, sadece bedenin tehlikede olduğunu, ilgi gerektirdiğini gösteren bir sinyaldir. Bunun gibi, ıstırap da bizim kişi dediğimiz o anılar ve alışkanlıklardan kurulu yapının bir kayıp ya da değişim tehdidi altında olduğu uyarışıdır. Bedenin hayatta kalabilmesi için acı-ağrı esastır, fakat hiçbir şey sizi ıstırap çekmeye zorlamaz. Istırap tümüyle bir bağımlılık ya da direnmeden dolayıdır; bu bizim hayat ile birlikte devinmeye ve akmaya karşı isteksizliğimizin işaretidir.”
Reklam
Termodinamiğin ikinci yasası, kabaca ifade edersek şunları söyler: Kendi hallerine bırakılmış olan şeyler düzensizleşme eğilimindedir ve kendi kendilerine tekrar düzene girmezler. Görünen o ki bir zamanlar evren tamamen düzenliydi, her şey yerli yerindeydi ve o zamandan beri de gitgide daha fazla düzensizleşiyor, ta ki esaslı bir bahar
Doğanın gidişatına dair yapılan tüm çıkarımlar nedenseldir ve eğer doğa nedensellik yasalarına tabi değilse tüm bu çıkarımların isabetsiz olması gerekir. Bu durumda kendi kişisel deneyimimiz dışında herhangi bir şey bilemeyiz; doğrusu daha net ifade etmek gerekirse, bellek tamamen nedensellik yasalarına bağlı olduğundan, bu durumda sadece mevcut andaki deneyimimizi bilebiliriz. Diğer insanların varlığına veya hatta kendi geçmişimize dair çıkarımlarda bulunamazsak, Tanrı'yı ya da ilahiyatçıların arzuladığı başka şeyleri ne ölçüde çıkarsayabiliriz ki? Nedensellik ilkesi doğru ya da yanlış olabilir ama onun yanlış olmasını mutluluk verici bir şey olarak gören biri kendi kuramının olası sonuçlarını fark edemiyor demektir. Bu kişi genellikle uygun bulduğu tüm bu nedensellik yasalarının su götürmez yasalar olduğuna inanır; önündeki yemeğin onu besleyeceği, hesaptaki parası fona yatırılmış olduğu sürece bankanın onun çeklerinin karşılığını ödeyeceği gibi şeylerdir bunlar ama öte yandan uygunsuz bulduğu diğer yasaları reddeder. Ancak bu büsbütün bir toyluktur.
Gerekli dua ve ayetleri unutmasına rağmen yirmi beş yıl köpekler Mevlut'u hiç korkutmamışlardı. Ama şu son iki yılda Mevlut onlardan yeniden korkmaya başlamıştı. Onlar da bunu fark ediyor, Mevlut'a havlıyor, onu sıkıştırıyorlardı. Acaba ne yapmalıydı? "MESELE DUA, AYET DEĞİL, NİYETTİR" dedi Efendi Hazretleri. "Bozacı, sen son zamanlarda milletin rahatını kaçıracak bir şey yaptın mı?" "Yapmadım," dedi Mevlut. Elektrik tahsil işine bulaştığını söylemedi. "Belki yapmışsındır da farkında değilsindir," dedi Efendi Hazretleri. "Köpekler bizden olmayanı sezer, anlar. Onlarda bu haslet Allah vergisidir. Bu yüzden Avrupalıları taklit etmek isteyenler köpeklerden korkar. Osmanlı'nın belkemiği Yeniçerileri katlederek Batılılar'a bizi ezdiren II. Mahmut İstanbul'un köpeklerini de katletmiş, öldüremediklerini Hayırsızada'ya sürgün etmişti. İstanbullular aralarında dilekçe imzalayıp köpeklerini sokaklara geri istediler. Mütareke yıllarında İstanbul işgal altındayken, İngilizler Fransızlar rahat etsin diye köpekler gene katledildi. İstanbul'un güzel halkı köpeklerini gene geri istedi. Bütün bu tecrübeyle artık köpekler kim kendilerine dost, kim düşman, derinden sezerler."
Sayfa 369 - Yapı Kredi YayınlarıKitabı okuyor
"Korkunç bir şey bu" dedim, rengim uçmustu;çevredeki insanların benden aşağı kalır yanı yoktu. "Cesaretini yitirme sakın," dedi sık sık söyleşdiğim adam ve manzarayı serinkanlllilla izlemeyi sürdürdü,kendini gerçekten de sırf bir gözlemci diye görür gibiydi."Ne mutsuzluğa kapıl, ne de fazla sevin. Çünkü bu dev anestezi iyilik de, kötülük de bambaşka, öyle dünyanın bulmayı umduğu türden değil." "Nasıl olur canım!" diye bağırdım sözünü keserek. "Her şey yok olup gitmedi mi sanki? Şu ölümlü dünyada insana ya da Tanri'y özgü her şeyimizi yalayıp yatmadı mi, eritip tükenmedi mi bu ateş? Yanmaya gelir her şey atılmadı mi onun içine? Tatil sabah bir köz ve kül yığınından iyi ya da kötü ne olacak ki bize?" "Bir sey kalacagından kuşkun olmasın," dedi ağır başlı dostum. " Yarın sabah ya da ateş her ne vakit sonerse buraya gel bak; şeylerin ortasına atıldığını gördüğün şeyler içinde gerçekten değerli olan ne varsa kullerin arasında bulacaksın. Güven bana, yarının dünyası yeniden zenginleşecek bugünün dünyasının fırlatıp attığı altın ve elmaslarla.Bir doğruluk ne yok olup gider ne de çok altında kalır küllerin;bir yolunu bulup kendini gösterir.
Sayfa 79 - Kırmızı KediKitabı okudu
Reklam
İslâm'ın yeni bir düşünme yolu olduğunu anlayabilmek özgür olmaya dayalıdır. İslâm özgür olmanın bilgisidir. Halbuki kişilikleri silmek ve bir yorumla sistemleştirilmiş bir yapıda gerçeği mutlaklaştırmak yalnızca kulun kula kulluğunu getirir ki bu da İslâm'ı kundaklamaktan başka bir şey olmaz.
Sayfa 31
Firavun
Mukaddesat adına her şey, yeryüzünü Allah adına idare etmek gibi büyük bir vazifeye muhatab olan insana emanet edilmiştir. Ne var ki dünyevîleşmenin iktidar cephesinde yer alan Firavun, kendini her şeyin sahibi görerek bu emanete ihanet etti; iktidarını, ilahi emaneti ifsad etme vasıtası olarak kullandı. Saltanata aldandı, "Mısır benim!" dedi. Allaha şükretme makamında O'na nankörlük yaptı, "Büyüklendi" ilahlık iddiasında bulundu. Firavun güçlendikçe azdı, azdıkça insanlara zulmetti. Siyasi ve askeri gücü ona kulluğu unutturdu. Allah'la mücadeleye kalkıştı. Acziyetinden bihaber, yerlerin ve göklerin Rabbine meydan okudu. Dev heykeller yaptı, böylece kendini hiç görmeyen halka şahsını, baş edilemez ve baş kaldırılamaz bir adam olarak tanıttı. Yaptığı piramitlerle iktidarının sınırsız olduğunu îmâ etti. Fakat ne piramit ne dev heykeller ölüm meleğine "dur" diye bildi. En güçlü olduğunu zannettiği, Hz. Musa'yı yakalayıp yeryüzünde bir tane muvahhid bırakmayacağını düşündüğü anda Peygamber asası, sihirbazlarının sihrini yuttu, denizi yardı ve Firavun'un iktidarını bitirdi. Allah'a meydan okuduğunu zanneden Firavun, kendisine takdir edilen eğlence müddeti bitince boğulup yok oldu. Dünyevileşme cephesinin Firavunlarının bidayetleri ne kadar canlı, saltanatları ne kadar şaşalı olsa da sonları hep hezimettir. İlahi takdir değişmeyecek, hezimet bu çağın Firavunlarının da kaderi olacaktır.
Sayfa 26
Şair dünyaya tepeden baktığında Tanrı'nın ne gördüğünü ve gördüğünün güzel olduğunu bilmek ister; Tanrı'nın gördüğü şeylerin farklı parçaları arasındaki bağıntıların soyut mantıksal niteliklerini veren formülle tatmin olamaz. Fakat bilimsel düşünce bundan farklıdır. O esasen güç veren düşüncedir, yani amacı bilinçli ve bilinçsiz olarak sahibine güç katmak olan bir düşüncedir. Güç nedensel bir kavramdır ve herhangi bir madde üzerinde güç elde etmek için kişinin yalnızca o maddenin tabi olduğu nedensellik yasalarını anlaması gerekir. Bu temelde soyut bir meseledir ve amacımızı ilgisiz ayrıntılardan ne kadar çok arındırabilirsek, düşüncelerimiz de o kadar güçlenecektir. Benzer bir şey iktisat alanında da örneklenebilir. Çiftliğinin her yerini karış karış bilen bir çiftçi buğdayla ilgili somut bir bilgiye sahiptir ve çok az para kazanır; onun buğdayını taşıyan demiryolu buğdayı daha soyut bir şekilde görür ve daha fazla para kazanır; buğdayı yalnızca borsada değeri inip çıkabilecek bir şey olarak tamamen soyut bir açıdan gören borsa simsarı, kendi çapında fizikçi kadar somut gerçeklikten uzaktır ve iktisadi çerçevede bu konuyla ilgili olan herkes içinde en fazla parayı ve en fazla gücü elde eden kişidir. Bilimde de durum böyledir, gerçi bilimcilerin elde etmeye çalıştığı güç, borsada aranılandan çok daha uzak ve gayrişahsidir.
Mesnevî-i Şerif'te çok ibret verici bir benzetme vardır.
Şöyle ki: Geniş, yeşil bir sahrada bir aslan yaşarmış. Yırtıcı bir hayvan olmasına rağmen yaralı olduğu için istediği hay- vanları avlayamıyormuş. Bir gün düşünür taşınır, hilekâr tilkiye başvurmaktan başka çare bulamaz. Tilki de şöyle bir teminat verir: "Hiç merak etme! Ben sana mükemmel bir av bulurum." Hilekâr tilki aç kalmış bir
Sayfa 232
Reklam
Amaç şöhretse, orada her şekilde teşhir vardır.
Teşhir kelimesi "duyurma, gösterme, dile düşürme, ortaya dökme" anlamlarında kullanılır. Bir diğer mana ise, herkesin göreceği şekilde yayıp gösterme, sergileme şeklindedir. Teşhir kelimesi "şöhret" kökünden gelir. Teşhir, şöhreti yakalamak ve sürdürmek konusunda önemli bir role sahiptir. Teşhir, kendini hatırlatmanın ve gündemde tutmanın bir yolu olarak görülür. Amaç şöhretse, orada her şekilde teşhir vardır. Mahremiyet; mahrem olma durumu, bir kimsenin gizli özelliği şeklinde tarif edilir. "Başkalarından saklanan, başkaları tarafından görülmesi, bilinmesi, duyulması istenmeyen, gizli" ifadesi, mahremiyete ilişkin başka bir manayı ifade eder. Tariflere bakıldığında teşhir ve mahremiyetin birbirine zıt manalara karşılık geldiğini söylemek mümkündür. Bu yönüyle teşhir ve mahremiyet arasında bir denge olması gerekir. Çünkü her şey teşhir edilemeyeceği gibi, her şeyin mahrem kalması da mümkün değildir.
Denizdeyken yaptığı iş, kısa dönemler haricinde ona kendisiyle hasbihal etmek için daima geniş fırsatlar sunmuştu. Orada geminin kaptanı, Martin'in sadece zamanının efendisiydi; ama burada otelin müdürü, Martin'in düşüncelerine bile sahip olmuştu. Sinir törpüsü, vücut zımparası olan bu ağır iş dışında hiçbir fikri kalmamıştı. İş haricinde bir şey düşünmesinin imkânı yoktu. Ruth'u sevdiğini bilmiyordu. İşe koşulmuş ruhu kızın varlığını hatırlayacak zamanı bile bulamıyordu. Ancak geceleri sürünerek yatağına, sabahları da ağır ağır kahvaltı salonuna giderken gözünde şöyle bir canlanan anılarında hatırlatabiliyordu kendini Ruth.
Aslında Lovecraft hep ırkçı idi. Fakat gençliğinde bu ırkçılık, ait olduğu sosyal sınıfta bulunandan -New England'ın köklü, Protestan ve Püriten burjuvazisi- öteye geçmez. Aynı doğrultuda, doğal olarak da gerici idi. İster nazım sanatı, ister genç kızların elbiseleri olsun, her şeyde, özgürlük ve ilerlemeden ziyade düzen ve gelenek kavramlarına kıymet verir. Bunda tuhaf veya eksantrik bir yan da yok. Sadece eski kafalı bir adam, hepsi bu. Ona göre Anglosakson Protestanların doğaları gereği toplumsal düzende ilk sıraya layık olmaları gayet doğaldır; diğer ırklar için (her halükarda haklarında çok az şey bilir ve zaten bilmek de istemez), sadece yardımsever ve mesafeli bir küçümseme hisseder. Yeter ki herkes konumunu bilsin, kendi yerinde kalsın, düşüncesiz her türlü yenilikten kaçınılsın, böylece her şey yolunda gidecektir.
Sayfa 115Kitabı okudu
“Bu kadın bu kitabın ilk müsveddesinin bazı bölümlerini okumuşve bana şöyle demişti: “Bu bölümdeki yorumlarınız kadınca olanı değil, kadınsı olanı ilgilendiriyor.” Yapmışolduğu ayrıma şaşırdım ve ne demek istediğini sordum. Bana, uzun bir süre bu farkı düşüncelerinde tasarladığını söyledi. Ona göre kadınsı demek, çekici ve baştan çıkarıcı her şey, erkeği ayartma ve aklını çelme amacıyla ancak bir kadının diyebileceği, “hem gel, hem git,” anlamına gelen her şey demekti; dişinin tüm hileleri, dalavereleri ve kurnazlıkları. Ona göre, kadınca, vermeyi çağrıştırıyordu: Başkalarını düşünme gereksinimi, içgüdüsel olarak sevgi dolu ya da analara özgü olan.”
Sayfa 122 - Say yayınlarıKitabı okuyor
Uzun bir yaşamdan sonra gençliğine dönmek gibi bir şey bu. İnsan birdenbire kendini tanıyamaz oluyor. Beden kendini yabancı ve korkmuş hissediyor. Alışkın olduğun o hal ve sahip oldukların birden itici gelmeye başlıyor ama öyle zırt diye başka biri de olamıyorsun; çoktan iş işten geçmiş, sandığından da fazla. Allahın cezası iş işten geçmiş.
Sayfa 92
1.500 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.