Düşünmek... bu, insanoğlunun en değerli özelliklerinden biri olan kabiliyetini geliştirmek... İşte, bu tarihi dönemde, İslam aydınına düşen büyük ödev. İslam, düşünmeyi, insana sürekli olarak bir ödev bilmiştir. Kur'an, yüzlerce ayette, bu ödev üzerinde durur. Düşünmeye çağırır. Işığa Koşan Bir kelebeğin o telaşlı halinden, geceyi, bir dalgayı yararcasına Aşan yarasadaki o radarlı yürüyüşten, Baharda Gül'ün birdenbire açılışından , Sonbaharda bütün bir tabiatın ölüşünden, evrensel bir kefen gibi varlığı bürüyen kıştan, peygamberleri dinlemediği için zamanın kılıcıyla toza ve küle çevrilen medeniyetlerden, ölümden ve ölüm ötesinden, mezardan, doğumdan ve çocuktan, Yer altından, Ay'ın üstündeki altın tozlara kadar düşünmek, insana, yaratıcı tarafından bağışlanan en soylu bir özellik değil midir?
İslam, düşünmenin yolunu kesmemiştir. Asıl biz, düşünmeyi durdurduğumuzdan İslam'la olan ilişkimizi gevşettik, Hatta yer yer kopardık. İslam'ı olan Aşkımızı yitirdik. Düşünme bağımsızlığımızı yitirdik. Zekamızı kör bir ezbercilik batağına sapladık. Değer hükümlerimizi bir misyoner mantığının ağına taktık. klasik kültürümüzü müsteşriklerin yorumunu ısmarladık. Hafıza, ancak tarihin mirasına canlı tutmak için gerekli iken, batı kültürünün deşeleri ile doldu. Üniversiteler, bağımsız düşünce ve kendi kültürümüzü araştırma ve kurma merkezleri olacağına, yabancı misafir profesörlerin sürekli konferans ve seminer müesseseleri haline geldi. Ve misafir yerlileşti, evin sahibi oldu. Evin sahibi uzun bir yolculuğa çıktı. Acaba ne vakit dönecek dersiniz?