İnsan kendini ölümden döndüğü bir noktada hissedince, yaşadığımız hayatın ne kadar kısa olduğunu ve ne zaman son bulacağını bilemediği için, hemen bir an önce gerçekleşmesini istediği bir şeylerin eksikliğini hissediyor. Bir çok şeyin anlamsız olduğunu anladığım için ve hayatta yaşanan hayal kırıklıklarının da olduğunu bizzat bildiğim için, bunları bir an önce kendimle hasbihal etmek istiyorum. Zaman çok çabuk geçiyor, ölümün nefesi her an ensemizde, bugünün belki de yarını olmayabilir.
Yalnızdım, dağ başındaydım, taşlarla, ağaçlarla konuşuyor, kestiğim odunlarla söyleşip hasbıhal ediyordum. Mana dilinde neler neler söylüyorlardı bana, neler anlatıyorlardı!.. Ormanlar görünüşte ıssız idi, ama içine girince dil olur şakırdı. Dağ ile konuşmak, ağaç ile konuşmak, rüzgar ile konuşmak aslında insanın kendisiyle konuşması demektir. Bazen balta vurulan kuru odunlar hüzünleri, bazen dalları çiceklenen ağaçlar sevinçleri, bazen uğultulu esen rüzgârlar sancıları dillendirir de kâh sizi ağlatır, kâh sevindirir. Gözyaşının da, sevincin de
kendi içimizde olduğunu bilirsiniz. Eşyanın lisanı hakikatin lisanıdır çünkü, hiç yalan söylemez.
Dağdan odun getiriyordum. Herkes ona odun diyordu; iki heceyle, od-un işte, ateş veren şey... Ama ben onun ilk hecesiyle ilgilendim, ateş olan kısmına, gönüllerde aşkı tutuşturan alevli kısmına, od'a talip oldum. Herkes dağa odun için gittiğimi sanıyordu ama ben od için gidiyordum. Gidiyor ve od üzerine kendimle konuşuyor, kendime konuşuyor, içimde onun alevini hissediyor, gönlümü onunla tutuşturuyordum.