RÜZGÂRINI ÖZLÜYORUM
Bırakıp gittiğin zaman
Dünya terk ediyor beni
Bir garip duyguyla öyle
Yapayalnız kalıyorum
Kısa sürüyor verdiğin esenlik
Kuşkular ikircimler içinde
Başlıyor bekleyişin işkencesi
Hiçbir yere sığamıyorum
Hele bir de uzadı mı arayışın
Unutulmak korkusuyla tedirgin
Tükeniyor kalbimin direnci
Aykırı sularda bungun
Bir çürük tekne gibi
Rüzgârını özlüyorum.
kuşkular denizinde kürek çekiyorum
kıyıyı umuyorum hayalimde ve kaderimde
her kürekte çarpıyor heyecanla genç kalbim
bilmiyorum okyanus var her insanın kaderinde
falan filan şiiri falan boşverelim de hayatın bu garantisizliği , ne olacağının aşırı bir şekilde belirsiz olması ,zamanın geri alınamıyor olması gerçeği, yetiştiğin çevrenin hayatını ve fikirlerini büyük oranda şekillendiriyor olması, hayatta mutlak bir doğru, anlam, amacın belirgin olarak önümüze sunulmamış ve bizim bulmamız inisiyatifine kalmış olması, ya beceremezse kaygı ve hezeyanları, psikolojik durumun insanı ele geçirmesi ve büyük oranda değiştirilememesi, bu modern hayatta içgüdülerin etkisinin az iradenin gerekliliğinin büyük olduğu işlere mecburiyetten bu genç ömrün boyunca savaş vermiş olmam ve hala devam etmesi, gençlik duyguları, eksik kalmış ve doyurulamayack duyguların eksikliğinin yarattığı zararla savaşmak, altı delik bir kovayla kendini doldurmaya çalışmak, ne olduğunu olacağını bilememek falan filan... yoruldum
Uçuştular kuşkular
Ormanda çalılıkların içinde
Takılıp kaldılar yelkenlere
Güzel kokusunda gecenin
Cam parıltıları yıldızlar
Gör bak
Çatılara oturmuş kuşlar
Çoğu terapist gibi julius da terapi alanındaki aralıksız saldırılara kendini karşı kapatamıyordu. Saldırılar pek çok yönden geliyordu: ilaç şirketlerinden, ilaçların ve kısa terapilerin etkinliğini doğrulamak için düzenlenen yüzeysel araştırmaları destekleyen kontrollü bakımdan; terapistlerle alay etmekten hiç bıkmayan medyadan; davranışçılardan; motivasyon konuşmacılarından; hepsinin hastaların kalbi
ve zihni için rekabet ettiği bir yığın yeni çağ şifacılarından ve mezheplerden. Ve kuşkusuz içteki kuşkular da söz konusuydu: artan bir
sıklıkla rapor edilen olağanüstü moleküler nörobiyolojik keşifler en deneyimli terapistin bile işinin uygunluğundan kuşkulanmasına yol açıyordu.
Gece dilsizliğinde sesler büyütüyoruz
Uykular dağılıyor kuşkular dehlizinde
Ken elimizle boğup kendi sesimizi
Başımız eğik geçiyoruz kapılardan
Bir büyük suç oluyor suçsuzluk içimizde
Bir insanın yeni ya da pahalı bir şeye sahip olması, dinbilimden de geometriden de habersiz olduğunun kanıtıydı; o insanın ruhuyla ilgili kuşkular bile uyandırabiliyordu.
Gözlemlemek yerine, usa vurum yoluyla hangi mevsimin intihara daha uygun olduğunu öngörmeye çalışsak, göğün daha loş renkli, sıcaklığın daha düşük, havanın daha nemli olduğu mevsimi söyleriz. Doğanın böyle havalarda aldığı kasvetli görünüm insanı düşlere itmez, üzüntülü tutkuları uyandırmaz, melankoliye davetiye çıkarmaz mı? Bununla birlikte, doğal sıcaklığın eksiğini kapamak için daha zengin bir beslenme gerekir ve besin bulmak da yine bu mevsimde daha zordur. Zaten bu nedenle, Montesquieu puslu ve soğuk ülkeleri intihara çok uygun yerler olarak göstermiş, onun bu düşüncesi de uzun zaman yasa gibi kabul edilmiştir. Bunu mevsimlere uygulayarak, intihar sayısının doruğunun sonbahar olduğuna karar verilmiştir. Her ne kadar Esquirol daha o zaman bu varsayım üzerinde birtakım kuşkular öne sürmüşse de Falret ilke olarak kabul ediyordu. Bugün, eldeki istatistik bilgiler bunu kesinlikle çürütmüştür. İntihar en üst dereceye ne kışın ne sonbaharda erişir; en çok intihar edilen mevsim doğanın en güleryüzlü, sıcaklığın en tatlı oldu aylardır.
"Kadınlar ne kadar severse o kadar korkar.
Sevgileri de kuşkuları da varsa aşırı var.
Yoksa hiç yoktur. Siz bilirsiniz
Benim ne türlü sevdiğimi.
Öyleyse anlayın ne türlü korktuğumu.
Büyük sevgide, küçük kuşkular korkuya döner,
Küçük korkular büyüdükçe artar büyük sevgiler. "
Ciddi ciddi ne tür bir dünyaya çattığımı düşünmeye başladım. Anlaşılan kentsel dünyanın ne dağlardan, ormanlardan, nehirlerden ve hayvanlardan oluşan gerçek dünyadan, yani kırsal dünyadan ne de Tanrı’nın düşüncelerinden (bitkiler ve kristaller) haberi vardı. Bu düşünce beni rahatlatıp özsaygımı yeniledi. Tüm öğrenme zenginliğine karşın, kentsel dünyanın zihinsel açıdan oldukça kısıtlı olduğunun bilincine varmıştım. Bu sezgi tehlikeli oldu çünkü beni kendini beğenmişlik nöbetlerine, yersiz eleştirilere ve saldırganlığa yöneltti. İnsanlar benden hoşlanmamaya başladılar. Haklıydılar da. Bunun sonucunda, bütün eski kuşkular, aşağılık duyguları ve bunalımlar yinelendi. Çözümlemeye kararlı olduğum kısır bir döngüydü bu. Garip biri olduğumla ilgili namımı beğenip oturacağıma, dünyanın dışında kalmamaya karar verdim.
Ara sıra babamla ciddi konularda konuşmaya kalktığımda, her zaman beni şaşırtan bir sabırsızlıkla ve gergin bir savunmayla karşılaşıyordum. Zavallı babamın, içindeki kuşkular onu yiyip bitirdiği için düşünmeye cesaret edemediğini ancak birkaç yıl sonra anladım. Kendinden kaçtığı için körü körüne bir inancı inatla sürdürüyordu. İnancı, uğraş vererek elde etmek istiyor, ürperti veren bir gayretle çabalıyor ve bu nedenle inanç ona bir inayet olarak kendiliğinden gelmiyordu. “…Hala uzaktaki masumlar ülkesinde yaşıyor, oysa ben kendimi gerçeğe ve yaratılmanın görkemine ve acımasızlığına kaptırdım. Bunu duymaya dayanabilir mi? Aramızda aşılmaz bir duvar var. İletişim yok; olamaz da.”
İnsan ne yaptığını bilmeden hain oluveriyor.
Neden korktuğumuzu bilmeden kuşkular içindeyiz.
Azmış kudurmuş bir denizin ortasında
Sağa sola boşuna yalpa vurup
Olduğumuz yerde sayar gibiyiz.