Ve bu yol bizi Olmayan Ülke’ye götürecek. Canlıların birbirine saygı duyduğu, birbirlerini yok etmeden birlikte yaşamayı seçtiği, hoşgörü ve barış ülkesine...
Giulia
Babasından geçmiş zaman kipiyle bahsettiğini fark edince tüyleri diken diken oldu. “Babam hala hayatta,” diye düşündü.
Sarah
Mağazadan çıktığında Sarah; dünyanın öbür ucunda, Hindistan’da saçlarını veren o kadını ve o saçları büyük bir sabırla tarayıp işlemden geçiren Sicilyalı işçileri düşündü. Saçları tek tek bir tüle tutturarak bir araya getiren o kadını düşündü...
Smita
Kızının elinden tutub karayoluna götürüken, “fare yiyor olabilir ama okumayı bilecek,” diye geçirdi içinden.
“Yüzünüzün kızarması size pek yakışır, Düşes,” dedi Lord Henry.
“Genç olsaydım belki,” diye yanıt verdi Düşes. “Benim gibi yaşlı bir kadının yüzü kızarırsa, bu hiç de iyi bir işaret değildir.
Heyecan yaşanır, ansızın yakalar, kendi yasalarına göre gelişir ve bizim bilinçli kendiliğindenliğimiz onun akışında kayda değer bir değişiklik yaratamaz.
“Mesela, ömrünün geri kalanını düşündüğünde” dedi Annecik ve elini gözlerine siper etti, “asla önündeki bir iki yıldan ötesini kesdiremezsin”
Sonra da, “Otuz yaşına geldiğinde, en büyük düşmanın senden başkası değildir” diye ekledi...
Hangi kitapta okumuştum bunu bilemiyorum ama yalnızca iyi şeylerden söz eden bir kitapta, “ bütün insanlar günü belirsiz bir ölüme mahkumdurlar”, diye bir cümle okumuştum. Peki, o halde benim için değişen ne vardı ki?
Çünkü hayatta en çok karşılaştığımız ve insanların çabalamalarından da anladığımız kadarıyla, bizim açımızdan mutlak iyi olarak görülen şeyler üç başlık altında toplanıyor: servet, itibar ve ihtiras...