"- Səncə, bunların içində dinləmə cihazı var ?
- Yox, əşi, – dedi, – layihənin o qədər büdcəsi olsa, hər məktəbə on şagirdin dostu qoyardı. Nəzarət üçün də əlli koordinator götürərdi.
- Məntiqlidi. Sağ ol. – Sancağı yaxasına taxdı."
Bu gün kapitalizmin istilasına uğramış bedenlerin “benim bedenim benim kararım” demesi trajikomik bir olgudur. Kapitalizmin demir çarklarının işlemesi ve kapitalizm tarihinin başlangıç noktası insan bedeninin sömürgeleştirilmesiyle başlamıştır dersek yanılmayız.
Beckett 'varoluş'u olumlama yolundaki çabaların boşuna olduğunu üç farklı sahne dili kullanarak anlatmıştır. Godot'da, trajikomik ikili, Gogo ve Didi'yi kimse anımsamaz. Bu durumda, değil varoluşlarını olumlamak, varolup olmadıklarını bile belirlemek olanaksızdır. Her akşamüstü ıssız bir yol kenarında buluşarak güneş batana dek Godoť'yu bekleyen —bunu insanlığın başlangıcından bu yana sürekli olarak yapmış olmalarına ve söz verip de gelmeyen Godot'nun maskarası olmanın ötesinde sonuç alamamış olmalarına karşın, randevularını bir gün bile aksatmayan— Gogo ve Didi, 'herhangi bir yer' olarak tanımlanabilecek bir 'uzam'ın ve 'herhangi bir akşamüstü' niteliği taşımanın ötesine gidemeyen bir 'zaman'ın belirsizliğine tutsaktırlar. Yoldan geçerken her seferinde Gogo ve Didi ile karşılaşan Pozzo efendi ve kölesi Lucky ise 'toplumsal zaman' ve 'toplumsal uzam'ın belirleyiciliği altındaki varoluş süreçleri içinde ortaya 'olumlu eylemler' koyabildikleri 'avuntu'suna sığınabilmişken, 'uzam'ın ve 'zaman'ın belirleyiciliği azaldıkça —insanlar dünyasında 'başarı' adı verilen eylemlere güçleri yetmemeye başlayınca— yaşamları boyunca 'aldanış'lara tutsak olduklarının bilincine varacaklardır.
Beckett'in “kurduğu” ve sahneye çıkartıldığı an tiyatro tarihine geçen “oyun” Godot'yu Beklerken'dir. Bu oyunda karakterler “gösteri” dünyasının “komik ikili”leri, özellikle de birbiriyle itişerek güldürü üretirken, bir yandan da insanın trajik konumunun altını çizen sirk palyaçoları model alınarak düzenlenmiştir. Oyunun kahramanları, oyun boyunca “oyun” kurarlar sahnede. Sanki hiç yetenekleri yokken, ya da tüm yeteneklerini yitirmişken zorla sahneye çıkartılmış (dünyaya fırlatılmış) birer beceriksiz oyuncudur onlar. Onlar, “dünya bir sahnedir” diyen büyük Shakespeare'in “oyuncu”larıdır: sahneye itilivererek yaşama oyununa zorlanan, “Macbeth”te dile getirildiği gibi, rolleri bitince de sahneden indirilip unutuluveren “insan”… Beckett'in Godot’u Beklerken’deki oyuncuları her gün, sonsuza dek sahneye çıkmak zorundadır; çünkü —belki de biri “beden”i, öteki “ruh”u simgeleyen— bu “trajikomik ikili”, tıpkı palyaçolar gibi tüm insanlıktır.
Onlar “Şarlo'”nun yakın akrabalarıdır. Onların da “Şarlo” gibi “sahne isimleri” vardır: Gogo ve Didi; oyun boyunca, “sahne ismi” “Godot” olan, onları bekletip de gelmeyerek onlara “oyun oynayan” bir başka “oyuncu”yu beklerler...
Samuel Beckett Yüz Yaşında/Ayşegül YükselKitabı okudu
Mızrağı elime alıp havaya kaldırdığımda gözyaşlarına boğuldum. Bambu mızraklara karşı atom bombası! Ah, bambu mızraklara karşı atom bombası! Trajikomik! Bu savaş olamaz. Savaş bu değil. İnsanlarımız sırf öldürülsünler diye vatan topraklarında sıraya diziliyordu. Bu ortadaydı.
Geceyi seven insanların daha mutsuz olduğunu keşfettiğimden beri sabahlamayı bırakmıştım. Her gün düzenli olarak saat 06.00'da uyanıyor ve güne zorlanmadan uyum sağlıyordum. Taze sıkılmış portakal suyu ile yapılan kahvaltıların kesinlikle mutlulukla alakası vardı, aslına bakılırsa kahvaltı yapmanın doğrudan kendisi bedava bir mutluluktu. Ki
“İnsanın, kendi düşüncelerini yansıtan bir çift gözü arayışı (trajikomik) bir görüş ayrılığıyla sonuçlanabiliyor işte; ister sınıf mücadelesi, ister bir çift ayakkabı üzerine olsun.”
Bu ülkede hakkını hukukla aramak isteyenler, içlerindeki savaşma istekleri sönüp gidene, ugradiklari haksızlık tatsız bir anı ya da arkadaşlara anlatılan trajikomik bir durum olana kadar bekletilirler, yıldırılırlar ve bıktırılırlardı.
İnsan, varolduğu günden bu yana sürekli olarak, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni tanımaya ve anlamaya çalışmış, ancak bu çabası içinde en az tanıyabildiği varlık yine kendisi olmuştur.
Aldığımız terbiyenin gizli polisle işbirliği halinde olması trajikomik bir gerçektir. Yalan söylemeyi beceremeyiz. Analarımızla babalarımızın her an kafamıza kakıp durdukları, “ doğruyu söyle!” buyruğu öyle bir kendiliğinden işler ki, bir soruşturma sırasında gizli polise bile yalan söylemekten utanırız. Onlarla tartışmak ya da hakaret etmek (ki bu hiçbir anlam taşımaz) yüzlerine baka baka yalan söylemekten (tek yapılacak şey budur) çok daha kolay gelir bize.