Koğuştan içeriye girerken eşkıya Hilmi beni karşıladı, “senin ailen bana çok yardım etti, hayatımı kurtardı, desem doğru olur. Ama bu hapishanede tek düşmanın benim. Benden kork. Katillikten, hırsızlıktan, ırza geçmekten düşseydin, başım üstünde yerin vardı. Şimdi, beni bekle.” Uzun hikaye.
Sonunda, hapishaneden çıkmadan bir ay önce eşkıya beni bıçakladı.
Hapishaneden uzun söz etmeyeceğim. Böyle bir hapishane herhalde dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Berbat mı berbat. Hilmi beni bıçakladıktan sonra karşıya, hafif kalafata verdiler beni. On yedi kişilik bir koğuşta kalmaya başladım.
Küçücük bir oda. Hapishane Kozanın kayalıkları arasına yapılmış, yüksek surlu bir dam, basık mı basık. Yazın sıcağı, 40-45 derece. İçerde tuvalet yok. Herkes çişini, ya da aptesini bir tenekenin içine yapıyor, sabaha kadar bir koku, bir koku uyuyabilirsen uyu. Sabahleyin kalkıyorum ki, bütün bedenim bitle sıvalı. Bir gaz tenekesi su satın alıyorum, güneşin altına koyuyor, su on beş dakikada ısınıyor, yıkanıyorum. İkinci gün gene.
Hapishanede her gün bir ekmek veriyorlardı o zamanlar. Herkes kendi yemeğini kendisi yapıyordu. Çok kişinin de yemek yapacak parası yoktu. Çok ölümler oluyormuş açlıktan hapishanede. Ben hapishanede kaldığım sürece bir tek Öksüz öldü. O da açlıktan değil, durumu iyiydi onun. Benim de bir maltızım, bir tencerem vardı. Her gün kendime türlü yapıyordum. İyi de pişiriyor, her gün iki parasızla birlikte yiyordum yemeğimi.