Ey insan! bu kitabı sana ithaf ediyorum. Başının üstünden büyük bir rüzgar geçiyor. Yalancı bir fecirle başlayan asır kararıyor ve sana tek ümit ışığı olarak en kuvvetli kaynağı uranyumda değil, senin ruhunda sıkışmış maddeden koparak çıkardığın korkunç tahrip aletinin patlayışından yükselecek alevi bekletiyor.
Ey bahtsız! Tarihinin hiç bir
"Kadının kocasına karşı bir sırrı olamaz fakat kocasının karşı bir sırrı olur. Biri bütün anlamıyla egemen, diğeri esirdir. Ben bu ortaçağ adetlerinden iğreniyorum."
Vefatından neredeyse bir asır sonra, hiç tanımadığı, hiç görmediği insanların bedenine imzasını atan bir başka lider yok.
Her 10 Kasım'da yeniden doğuyor.
1881-193∞
Sonsöz değil, dünya durdukça önsözdür.
Mustafa Kemal ilelebet payidardır.
Kadın kılığına giren Talat,
kadınlara sokaklarda yapılan sarkıntılıkları öfkeyle karşılar.
Şöyle der kendi kendine:
''Ah biçare kadınlar, neler çekerlermiş.
Biz erkekler onları kukla mesabesinde kullanıyoruz.
Yolda serbest ve rahat yürümelerine mani oluruz.
Bu ne rezalet ve küstahlık.
Bir erkek, tanımadığı başka bir erkeğin yüzüne bakmaz, söz söylemez.
Lakin tanımadığı ve hiç görmediği bir kadına gülerek yüzüne bakmaya ve söz söylemeye başlar.''
“Fransa’nın İngiltere’yi işgalinde Fransızca, âdeta soyluların, İngilizce ise çoğunlukla halkın konuştuğu dil hâline gelmiştir. Norman istilasını takip eden üç asır boyunca her İngiliz kralı, Fransızca konuşmaktaydı. Sadece krallar değil; mahkemelerde, kiliselerde, devlet memurlarının ağzından Fransızcadan başka bir lisan çıkmıyordu. Böylelikle Yüzyıl Savaşları sonrası 300 sene boyunca İngiltere’de iki dil yan yana yaşadı: Resmî dil Fransızca ve halkın dili İngilizce.
İki dilin 300 yıl boyunca böyle iç içe olması, doğal olarak kelime alışverişlerini de beraberinde getirdi. Devletle alakalı hemen hemen her kelime, Fransızcadan İngilizceye armağandır.
İngiliz milleti aç, sersefil, biçareyken, Fransızlar öyle değildi. O kadar dertsiz, tasasızlardı ki. Bundan mütevellit her türlü lüks ve zevk eşyası, yüce, soylu ve asil kavramlar Norman (Fransızca) diliyle ifade olunurken, basit şeyler de İngilizce kelimelerle belirtiliyordu.”
Halk ölüyor, kendi ölümüne alışmış. Çocukların ölümü, kadınların güçlerinin üstünde çalışmaları, herkes için, özelikle de yaşlılar için açlık gibi ölümle sonuçlanacak yaşam biçimleri oluşmuş halk arasında.
Ve halk bu duruma öyle yavaş yavaş gelmiş ki, durumunun korkunçluğunu kendisi de görmüyor ve bundan yakınmıyor.
Ne güzel şarkılar vardı eskiden .
Hayal içinde yaşatırlardı .
Güldürür ağlatırlardı
Duymadan biz, düşünmeden .
Her an bir asır kadardı .
O zaman herkes uzaktı ölümden .
Candan sevdiklerimiz vardı.
Hepsi başka güzeldi , bizi tanımazlardı .
Bütün yollarımız geçerdi gül bahçelerinden .
Ne güzel zamanlar vardı eskiden .
Bu iki vücut eski ve yeni Türk kadınlığının karamsar ve teselli kabul etmez iki örneğiydi.
Biri, bir asır evvelki neslin son örneği, hayattan ziyade ölüme ve unutuluşa ait bir hatırası...
Diğeri, bugünün, bir asırlık mecburi ve uğursuz gelişmenin, başkalaşmanın narin ve tatmin olunmaz bir çiçeğiydi...
Üç gün sustum, üç asır susabilirdim. Kızacaksan kız, şuur altımızda hiçbir yabancı cisim kalmamalı. Beni olduğum gibi sev diyorsun, seni olduğun gibi seviyorum. Kaya olarak kalsan da severim, ama bedbaht olurum.