Bakardım ki, hayret, daha
birkaç yıl önce uzaktan akrabammış gibi duran yerlerimle
bugün senli benli olmuşuz.
Hayretle anlardım; yaşlılık, insanın etinin yerini öğrenmesiymiş.
O Ses Sen Değilsin
Diyelim ki ne yazacağımızı bulduk; olayı, kahramanı zihnimizde tasarladık. Yazar olarak niyetimizi ne ölçüde açık edeceğimizi ne ölçüde saklayacağımızı kurguladık. Değineceğimiz meseleleri, kullanacağımız mekânları, kanatlandıracağımız imgeleri seçtik. Bir öykünün iç dinamiğini yani merkezini teşkil edecek sorun yumağını
Pazar günüydü, babam evdeydi. Sabah kahvaltıya patates kızartmış, balkondaki masayı açmıştı. Birlikte hazırladık masayı. Sonra bana patatesleri verdi. Balkona çıkartırken ayağım halıya takıldı ve patatesler yere döküldü. Yere eğilip toplamaya başladım, yağlı ellerimle hızlı hızlı suçumu topluyordum, ama panikledikçe suçum ellerimden kayıyordu. Annem delirmiş gibi bağırmaya başladı. Sinirden koltuğa tekme atıyordu. Babam anneme, annem babama bağırıyordu. Yerde yağlı patateslerin arasında eriyip gitmek istiyordum.
Babam o güne kadar yaşanan bütün kavgaların en yüksek sesiyle bağırdı. “Bizim mutlu bir sabahımız olamayacak mı?”
Bu sorunun cevabı geçip giden yıllar içerisinden birikip, kabararak, yankılanarak gelecekti. Hayır, olamayacaktı.
O sabah patatesleri mutfağa bırakıp sokağa çıktım. Henüz sokaklar uyurken parka gelen çocukların ortak kaderi, kendi evlerine sığamamış ve baştan savılmış olmalarıydı. Gözünde çapakları duran birkaç çocuk, sadece Mevla’nın kayıracağı bir çayırda başıboş kuzular gibi dolaşıyorduk. Parktaki salıncağın üzerinde gidip gelirken yere kırgınlıklarımızı düşürüyor, tahterevallinin üzerinde geçirdiğimiz saatlerde, daha en baştan olmamış hayatlarımız için hayallerimiz ve asla sahip olamayacaklarımız arasında bir denge kurmaya çalışıyorduk.
Öykü, kızın koridorun kapısını açmaya çalıştığı yerde sembolik bir şekilde bitiyordu. O kapının ardında neler olduğu yazmıyordu. Bu, herhalde henüz meydana gelmediği içindi.
Douta diye aklından geçirdi Aomame. Lider ölmeden önce o sözcüğü kullanmıştı. Kızın, Anti-Little People hareketini ortaya çıkartabilmek için kendi başına, douta’sını geride
Douta diye aklından geçirdi Aomame. Lider ölmeden önce o sözcüğü kullanmıştı. Kızın, Anti-Little People hareketini ortaya çıkartabilmek için kendi başına, douta’sını geride bırakarak kaçtığını söylemişti. Bu, herhalde gerçekten olmuş bir olaydı. Demek bu iki ayı görebilen yalnızca kendisi değildi. Her şey bir yana, Aomame bu romanın insanlar
Kız, kaçar. Orada yanlış olan, doğru olmayan bir şeyler vardır. Tamamen çarpık bir şeyler. Bu, doğaya karşı gelmektir. Kız, bunu anlar. Little People’ın ne istediğini anlayamaz. Fakat pupanın içindeki kendi görüntüsü, kızı tedirgin eder. Yaşayan, hareket eden kendi kopyasıyla birlikte yaşamak. Öyle bir şeyi yapamayacaktır. Buradan kaçmam gerek.
Little People ve kız çalışmaya devam etti ve birkaç gün sonra pupa yaklaşık olarak iri bir köpeğin büyüklüğüne ulaştı.
“Yarın cezam bitecek. Ben de buradan çıkacağım” dedi kız Little People’a, gün ağarmaya başlarken.
Yedi Little People sessizce kızın söylediklerine kulak verdiler.
“Bu yüzden artık birlikte havadan pupa yapamayacağız.”
“Bu çok
Artık yeryüzünde hiçbir şeyin beni şaşırtmayacağından korktum; gördüklerimden hiçbir zaman kurtulamayacağımdan korktum. Neyse ki birkaç uykusuz geceden sonra, unutkanlık bir kez daha imdadıma yetişti.
O dönemde Atina ile Megara, ikisi de ticaret ve denizcilik kent-
leri haline gelmekte olan bu komşu siteler, Salamis'in mülkiyeri ko-
nusunda çekişiyorlardı. Atina açıklarındaki bu ada, limanın kilidi gi-
bidir. Adayı elde tutan Atina'ya egemen olur ya da onu sıkıştırır.
Atİnalıların tüm çabalarına karşın Megara'lılar onu işgal
"Başkalarına muhtaç olmak, ayıp bir şeydir!"
Bu sözünü hiç unutamadım onun. Unutmam da... Kim tarafından ve ne zaman yaralandığını hiç bilmiyorum ama güzel ve çekici bir kadındı. Güzelliği, en çok kendisini umutsuzca özlemesinden kaynaklanıyordu. Güzelliği, yüzündeki yitik seslerden, can çekişen anılardan, yüreğindeki umutsuz kanayıştan
Soba birkaç gündür yanmıyordu. Odun bitti.
Ama, çok şükür, zaman iteleye iteleye baharı getirdi.
Böyle biraz daha evlerin içi soğuk olur da,
dayanırız artık.
Dayanıklı olmuşuzdur.
Huzura, sükunete. Uzun sessizliklere.
Yanılıyorsun, dedi kedi. Bizler kimseye alışmayız. Değil insanlara, kendimize bile. Sen hiçbir evde iki kedinin barış içinde bir arada yaşadığını gördün mü? Yanaşmaya gelince, evet, hepimiz bir kapıya yanaşmış görünürüz. Yaşamı kolay kılmak için. Ama hiçbir zaman o evle yetinmeyiz. Çaktınırmadan birkaç başka yardımcı kapı daha buluruz. Doğa içinde, doğal niteliklerimizi koruyarak (ki sanırım bilirsiniz, en yırtıcı hayvan türü içinde yer alırız) yaşamak elbette çok güç. Özellikle bugünkü koşullarda. Tanrı, bize bu güç koşulları kolaylaştırıcı nitelikler vermiş. Bizim yaptığımız, bunları ustalıkla kullanmak.
İyi ama bu tek yanlı nitelik değil ki, dedi fare. İnsanlarda kedi sevgisi olmasa, bu niteliğinizi pek kolay işlevsel duruma getiremezdiniz.
Doğru söylüyorsun, dedi kedi. Ama bir şeyi unutuyorsun, insanlar da bize benzer.
Nasıl? dedi fare. Hangi konularda?
Hiç düşündün mü, insanların bizi niçin evlerine alıp beslediklerini, mangal kıyısında kıvrılıp yatmamıza izin verdiklerini, kucaklarına alıp okşadıklarını, her birimize, birbirine çok benzese de birer ad verdiklerini? Çünkü biz de onlar gibiyiz. Okşanmak, yanaşmak, sevilmek, yardım edilmek istiyoruz.
"Tekrarlıyorum, ben sizden değilim. Seni ve diğerlerini tasvip etmiyorum," diye haykırdı Dic kens kızgınlıkla. "Cadılarla, vampirlerle ve gece yarısı yaratıklarıyla alakam olmadı." "Bir Yılbaşı Öyküsü ne olacak peki?" "Saçmalama ! T ek bir öykü. Eh, birkaç hayalet hikayesi daha yazdım belki ama ne olacak? Benim temel eserlerimde o tür saçmalıklar yoktu ! " "Hata olsun, olmasın, seni de bizim yanımıza kattılar. Senin kitaplarını, senin dünyalarını da yok ettiler. Onlardan nef r et etmelisin, Bay Dic kens ! " "Aptal ve kaba olduklarını kabul ediyorum , ama o kadar. İyi günler ! "