Bir Yazarın Günlüğü
Sanıyorum Rus halkının en temel, en köklü tinsel gereksinimi her şeyde, her yerde, dinmek bilmeyen bir acı çekme gereksinimidir. Bu acı çekme tutkusu ezelden beri bulaşmıştır ona. Bütün tarihi boyunca süregelen bu ıstırap seli yalnızca dış felaketlerin getirdiği zorlukların sonucu değildir, halkın yüreğinin derinliklerinden fışkırmıştır… Rus halkı için, mutluluğun içinde mutlaka acı da yer almalıdır, yoksa onun için mutluluk tam olmaz.
Bir Yazarın Günlüğü
Eski sürgün, kürek mahkûmu olan benim gibi birinin, bir başka “talihsizin” sürgününe sevindiğimi, dahası, bu olay üzerine yergi tarzında bir öykü yazdığımı bile düşündüler demek!
Bir Yazarın Günlüğü
N. N. Strahov bana: “Bu yazıda” dedi, “ne düşündüklerinden haberiniz var mı? ‘Timsah’ öykünüzün bir alegori, Çernişevki’nin sürgününün hikâyesi olduğuna, onu alaya almak ve kirli çamaşırlarını dökmek istediğinize inanıyorlar.” Şaşırmıştım, ama fazla endişeye kapılmadım; kim bilir daha neler düşünüyorlardı! Bu düşünce gelişmeyecek kadar zorlama görünmüştü bana. İşin üstüne gitmeyi gereksiz buldum. Ancak bu görüş kamuoyunda güçlendi ve yaygınlaştı. Bunun için kendimi asla bağışlamayacağım. Çünkü Calomniez, il en restera toujours quelque chose.(Her iftiranın daima izi kalır.)
Bir Yazarın Günlüğü
Gündüz gibi apaydınlık bir Petersburg gecesinde, sabaha karşı saat dörtte eve döndüm. Güzel, ılık bir ilkbahar günüydü, odama girince hemen yatmadım, pencereyi açtım ve önünde oturdum. Birden kapının çıngırağı çaldı, şaşırmıştım, gelenler Nekrasov’la Grigoroviç’ti, büyük bir heyecanla içeri dalıp beni kucaklamaya koştular, ikisi de neredeyse ağlayacaktı. Dün akşam eve erken dönmüşler;
öykümü şöyle bir göz gezdirmek için okumaya başlamışlar: “On sayfadan ne olduğu görülür” diye düşünmüşler. On sayfadan sonra bir on sayfa, derken bir on sayfa daha, bütün geceyi yüksek sesle okuyarak geçirmişler, bitkin düşüne kadar sürdürmüşler okumayı. Grigoroviç’le sonra baş başa kaldığımızda şöyle anlatmıştı: “Nekrasov üniversite öğrencisinin öldüğü bölümü okuyordu. Babanın tabuta koştuğu o sahnede baktım.
Nekrasov’un sesi titremeye başladı, bir iki derken dayanamadı, öykünüze eliyle vurdu: ‘Ah, inanılmaz!’ dedi. Sabaha kadar sizden söz ettik.” Öyküyü bitirdiklerinde (tam yedi forma) hemen bana gelmek istemişler: “Uyumak da neymiş, gidip uyandıralım, bu onun için uyumaktan çok değerlidir!” Evet, böyle düşünmüşler.
Bir Yazarın Günlüğü
Krılov çok güzel bir ahlak dersi veriyor, ama başka konuda, başka köklerle ilgili… Bu aslında pek önemli değil, bize de yakışıyor. İşte fabl:
Asırlık meşenin altında bir domuz
Palamut yemiş tıka basa.
Karnını bir güzel doyurunca
Meşenin altında başlamış uyumaya
Sonra gözlerini zor açarak doğrulmuş.
Başlamış bu kez meşenin köklerini koparmaya.
Meşeden bir karga: “Şuna bak!” demiş.
“Nasıl da zarar veriyor şu ağaca!
Kökleri açık kalırsa kurur gider.”
“Kurursa kurusun!” demiş bizim domuz.
“Asla endişelendirmiyor bu beni,
Şimdiye kadar ne hayrını gördüm ki!
Yaşarmış yaşamazmış acıyacak değilim,
Yeter ki palamut olsun besleneceğim.”
Meşe birden bağırmış: “Seni nankör seni!”
“Burnunu yukarı kaldırsaydın
Görürdün o zaman palamutların
Benim üzerimde bittiğini…”
Bir Yazarın Günlüğü
Kuşkusuz kölelik insanoğluna yapılan en korkunç kötülüktür’ diyerek aralarında gizli gizli fısıldaşırlardı, ama işin gerçeğine baktığımızda, halkımız... bu halk mıdır acaba? Halkımız 1793’lerin Paris halkına benzemiyor mu? Evet, köleliğe alışmıştır, yüzü, gözü, her tarafı bir köleyi anlatıyor. Örneğin, kırbaç elbette iğrenç bir yöntemdir, ama Rus insanı için, inanın, sopa hâlâ gerekli: Bizim köylü dayak yemese duramaz, o saat aramaya başlar, böyle bir milletiz işte!”
Yemin ederim bu sözleri bir zamanlar, hem de çok aydın kişilerden duymuşumdur. Bu “somut bir gerçektir, efendim!” Onegin belki kendi kölelerini kırbaçlamıyordu, gerçi böyle bir karara varmak biraz güçtür, ya Aleko, eminim birazcık okşuyordu, zorbalıktan değil, acıma duygusundan, hayırlı bir amaç için yani: “Köylüye sopa gereklidir, dayak yemeden yaşayamaz, ayaklarıyla gelir, kendi ister: ‘Beni kırbaçlayın, efendimiz, adam edin beni, çok şımardım da!’ Söyleyin lütfen, böyle bir yaradılışta olana ne yapılabilir? Ee, değil mi ki istiyor, onu tatmin etmek için vereceksin sopayı.” Yine söylüyorum, onların köylülere olan duyguları çoğu kez tiksinmeye kadar varıyordu. Ya kendi aralarında dolaşan, Rus köylüsüne, anasına babasına, karısına, “putperestliğine”, köle olmasına değgin ağza alınmayacak, aşağılayıcı fıkralar!.. Bu ağır sözleri, özel hayatları bir genelevi hatırlatan, aldırmaz, kaygısız insanlar söylüyordu...