Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Mert Kaya

Dudaklarınız birbirine dokundu ve ayrıldı, Sanki kendi mutluluğunuzu tüketmiş de, başkalarınınkini ezmekten korkuyormuşsunuz gibi, Masum muydunuz? Masumluk neyi önler? Yaradan bile keyfimiz için kuzuları boğazlamamızı söylüyor, Ama asla kurtları değil...
Reklam
Güvendiğiniz dağlara kar yağdığında, üzülmeyin. Kıç üstü oturun ve sessizce aşağı doğru kayın. Baharı görene kadar…
Artık roman okumuyor, film izlemiyordum. Bunların hepsi ölümlü insanlar için ilahilerdi. Arka planda hayatın sonluluğuna dair imalar olmadığında ne duygu ne de ilham vardı. Ölümlü varlıklar oldukları ve bir canları oldugu için onlara göre her şeyin aciliyeti vardı. Hikâye, yalnızca bir kez yaşanabilen hayatı yüzlerce, binlerce kat genişleten harika bir araç olarak "yasanabilecek baska bir hayat"ı hayalinde yaşamayı sağlıyordu. Ben ölümlü olmadığım için buna ilgimi kaybetmiştim.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Bir kıza aşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Aşık olmaktan vazgeçtim.
Gençliği iyiliğin içinde kötülüğün de olduğu inancının pekişmesiyle geçti, çevresinde bu inancı güçlendiren bir sürü şey olup bitti. Sonraları bunun başka bir şey, bir tür kibir olduğunu düşünmeye başladı. Birine bir iyilik yaptıktan sonra kendini üstün hissetmenin verdiği bu doygunluk olmasa kimsenin kimse- ye iyilik yapacağı yoktu aslında. Merhametin özü kötücüldü, bu yüzden maraz doğuruyordu.
Reklam
Aşk dediğimiz şey, kabul etmek gerekir ki, insan icadıdır. Biz icat ettik aşkı. Yerleşik düzene geçtikten sonra gelişen toplumsal kültürün biyolojiye etkisi sonucu aşık olmak üzere evrimleştik. Öncesinde genlerin devamı için aşka gerek yokken, zamanla bu bir zorunluluk haline geldi. İnsan bebeğinin diğer hayvanlara nazaran çok daha uzun süre bakıma ihtiyacı olması nedeniyle de, bir anne-baba işbirliği oluşturmak adına, tek eşlilik ve sadakat gibi kavramlara yöneldik. İşte bu yüzden, genlerimizin devamı için çıldıran sürüngen beynimizdeki hayvani düşünceleri, limbik sistemimizdeki duygularla olduk olmadık anlamlara bürüyüp aşık oluyor, o kişi tarafından istenmediğimizdeyse soyumuz kuruyacakmış gibi krizlere giriyoruz. Hayır, kurursa kurusun, bu çağda böyle ilkel yaklaşımlar da nedir? Çelişki tam burada işte. Aklını korteksine toplayıp sistemi reddedenlerin genleri devam etmiyor. Akıllılar ölüp gidiyor yani, hadi geçmiş olsun. Biz, hayatta kalan diğer kafasızların torunlarıyız özetle. O yüzden dedelerimiz ve ninelerimizle aynı tuzaklara düşüyor, hâlâ armut gibi aşık oluyoruz Osman.
Aşk meşk mevzularının bu denli karmaşık olmasından acayip sıkıldım. Kültürüyle, sanatıyla, edebiyatıyla kolay olmayacağına öyle inandırılmışız ki, nerede bir sorun yumağıyla karşılaşsak onu aşk sanıyoruz. Zorluklar, mücadeleler, açmazlar, olmazlar, Leylalar, Mecnunlar, kavgalar, krizler derken saçma sapan döngülerin içine çekiliyoruz. Halbuki bir şey olacaksa kolayca olur, yağ gibi akar gider zaten. Aksini söyleyenlere inanma, düpedüz kandırılıyoruz Osman.
Mutlu son dediğimiz nedir ki Osman? Anlatanlar, hikâyenin mutluluğa yakın bir yerinde anlatmayı bıraktıkları için birilerinin sonsuza dek pembe bulutlarda yaşadıklarını sanıyoruz. Halbuki Pamuk Prenses'le yakışıklı Prens düğün organizasyonu sırasında mutlaka kavga etmişlerdir. Kaynanalar bir şeylere karışmış, kayınço bir hırtlık yapmış, arkadaşlar dolduruşa getirmiştir. Nikâh masasında bitmiş bile olabilir bu masal, hiç bilmiyoruz ki. Ancak bu durum yine de yazarı yalancı çıkarmaz, insanın nasıl mutlu olacağı hiç belli olmaz Osman.
O ağacın altında uzanmaya devam ettim. Yıldızlar aslında nedir size söyleyeyim: Yıldızlar, acıdan delirmiş insanların gökyüzüne sıktıkları kurşunların açtığı deliklerdir. Bilim adamları sürekli yenilerini keşfettiklerini söylüyorlar. Bunda şaşılacak bir şey yok. Yukarısı bir gün dümdüz olacak.
Her neyse işte demişti ki "Ben bu ilişkiye inanmıyorum." Oysa ilişki diye biri yok, bunu size az önce bilimsel olmayan yöntemlerimle ispatladığımı düşünüyorum. O halde demek istediği, "Sana inanmıyorum," olmalı. Bana inanmıyor? Bana inanmıyor. Pan diye bir tanrı vardı, bilir misiniz? İnanılmamaktan öldü o. Kendisine son inanan kişi de yeryüzünü terk edince mecburiyetten öldü. Çünkü inanılmamanın öldürücü bir etkisi var.
Reklam
Zamanın söz konusuysa acımasız olmalısın. Yaşamında küçük şeylere hayır deme cesaretine sahip olmak sana büyük şeylere evet deme gücü verecektir.
Küçük insanı büyük insandan ayıran şeyin ne olduğunu sordu kendine. Onu sıradan insanlardan ayıracak bir vasfı olmadığına, başkalarından çok da farklı sayılmayacağına göre kendi gözünde kendi neydi? Dar alanlada bunalmaktan ibaret miydi meselesi? Küçük tasalarını hemen unutan, daha rahat, daha az sorunlu bir hayat yaşamak için çabalayan insanlar bunun farkında olmadıkları için mi küçüktüler? Bu dünyada iyi kötü yaşadıkları ve bir gün ilahi adaletin önünde sıradan hayatlarının hesabını vereceklerine inandıkları için mi huzurluydular? Huzurlu muydular gerçekten? Hayat uzun bir huzur muydu?
Biz böyleyiz işte. Daha maça başlamadan galibiyet turu atarız. Kazanacağımızdan emin olduğumuz için değil. Olur da yenilirsek hevesimiz kursağımızda kalmasın diye. Kaybettikten sonra üzülmek yerine daha kazanmadan sevinmeyi tercih edenlerdeniz biz.
Bu kadarı da fazla ama. Hani insanın başına olmadık işler gelir de isyana sürüklenir ya, hani dizlerinin üstüne çöküp "Ben bunları hak edecek ne yaptım!" diye bağırır ya. İşte öyle bir şey Leyla. Ben seni hak edecek ne yaptım Leyla? Ben kim köpeğim ki yanında yürüyorum senin? Yıllardır anlatmaya çalıştıkları altın oran senmişsin meğer Leyla. Tüm karmaşık formüllerin kısaltması, tüm işlemlerin sağlaması ve tüm hipotezlerin kanıtısın sen Leyla.
İsmail Abi biraz tuhaftır. Renkli kıyafetleri, patavatsızlıkları, sorun çözmeye çalışırken daha büyük sorunlara neden ol- ması, konuşması, oturuşu kalkışı yürüyüşü ne bileyim işte farklıdır yani. Dışarıdan baktığınızda yanınızda olmasını istemeyeceğiniz adamlardandır. Onu anlayabilmek için tanımanız, tanımak için de sabretmeniz lazım. Belki de İsmail Abi bu yüzden yalnızdır. Belki de bu yüzden girdiği hiçbir işte tutunamıyordur. Belki de bu yüzden her gün bu sahile inip denize doğru el sallıyordur. Çünkü kimse birbirini tanımak için sabretmiyor artık. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok.
ADRIANA: Kanım, kanımız, onun kanı... Nasıl da aldatıcı bu sözler! Nasıl da kirletiyor insanı bu sözler! Erdemler yakıştırıyoruz kana, eğilimler, Hatta kanılar, sözler: "Kanım şöyle diyor bana", "Kanım şunu emrediyor"... Kanın sana hiçbir şey söylemez Yonas, Ne ses çıkarır, ne bağırır, ne bir şey anımsar, Sana vereceği bir buyruk da yoktur. Yapman gerektiğini sandığın bir şey varsa, yap, Ama gelip bir daha kanından söz etme bana!
Reklam
Yaşadığımız hayata bir anlam bulmak konusundaki acınası çabamızın bizi canımızı feda etmeye götürmesinden daha zavallı bir durum düşünemiyorum. Bazılarına göre hayat, uğruna öleceğin bir şey varsa anlamlıdır. Ne kadar şiirsel! Peki uğruna öleceğin şeyin anlamını belirleyen şey ne? Onu da buldun diyelim, onu anlamlı kılan şey ne? Bu şekilde bir döngüye girersin ve sonunda varacağın yer anlamsızlıktır. Vatan için canını verirsin ama bakarsın ki aslında bir devletin sahiplerinin bazı ticaret yollarını elinde tutması falan gibi bir şey için ölmüşsündür. Devrim için canını verirsin ama eskisine rahmet okutacak birtakım zorbaların iktidarı ele geçirmesi için ölmüşsündür. Allah için canını verirsin ama her şeye gücü yeten bir varlığın neden senin canına ihtiyaç duyduğunu sorgulamayı kendine yasakladığın için ölmüşsündür aslında. Senin anlam sandığın, anlamanın bile isteye reddedilmesinden başka bir şey değildir. Bütün bu arayış, hayatın soğuk ve renksiz asıl anlamını kabullenmekte zorluk çekmemizden kaynaklanıyor. Hayat dediğimiz şey, karbon atomunun olağanüstü bileşik kurma becerisi sayesinde haddinden fazla şişmiş sarmal şeklinde bir molekülün, hasbelkader kendini kopyalamaya başlamasından ibarettir. Hasbelkader... Tesadüfen bile değil, çünkü tesadüf diyebilmek için ortada birbirine tesadüf eden birden fazla şey olması lazım. Oysa sadece hayat var ve sadece var olduğu için var. O yüzden hayatın kendisinden daha anlamlı bir şey yok.
Fakat yine düşündüm ki, dünyada izzeti nefisten büyük şeyler vardır. İnsan gerçi bir şeytan kadar kibirli, fakat şeytandan büyük Allah olduğu gibi kibirden de büyük elem var. Ezeli çehresiyle elem, bütün insanlan aynı kuşakla birbirine rapteden en serkeş ve barit kalplere birdenbire huşu ve yaş getiren elem!
Handan, Handan, şimdi senin benden, mukaddes maksattan daha büyük bir şey, bir his istemeni anlıyorum ve şimdi bende de sana bu hissi verebilecek kabiliyeti hissediyorum. Tamamen hissediyorum, fakat bana açık durup da benim bakmadan geçtiğim o büyük, yumuşak kalbinde başkası var değil mi? Ben, ben mukaddes maksat için senelerce yaşamış olmaya artık layık değilim, Handan. Çünkü seni kaybetmek boşluğunun yanında mukaddes maksadım artık yok, artık yaşamıyor. Ne yaptın, Handan? Ne büyük bir mabedi yıktın Handan!
O kadar görmek bile iyi gelmişti Seher'e. Onca sene görüşmedikleri halde Nilüfer yine de sıcak davranmıştı. Evlerine bile davet etmişti bak. Al gel bir hafta sonu kızları, demişti. Kardeşlik, pili bitmiş bir saat gibiydi. Pilini taktığın anda kaldığı yerden başlayıveriyordu çalışmaya. Bin yıl da görmesen, anında kapatıyordun aradaki açığı.
O akşam, bir kez daha kedisiz ve onsuz olarak eve döndüğümde, yalnızca insanın ölmesinin mümkün olduğunu değil, benim de böyle yaşlı ve kimsesiz bir halde aşkımdan ölmekte olduğumu anladım. Ama aynı zamanda bunun tam tersi bir gerçeğin de geçerli olduğunun farkına varmıştım: Yaşadığım kâbusun verdiği zevki dünyada hiçbir şeye değişmezdim.
"İblisin kızı Efsun Abla, ismini kim koydu sana?" "Kendi ismimi kendim buldum," diyor. Ah Efsun Abla! Ah! Rıhtımda bir başıma otururken ve ölmeyi düşünürken gördüğüm belli belirsiz bir rüyasın, sayıkladığım bir şiirsin, uydurduğum bir aşksın, kapıldığım bir büyüsün. Adını keşke ben koymuş olsam sana.
Reklam
"Bakma bu bacaksıza," diyor. "Sen beni dinle evlat. Kim olduğumu bilmiyorum ama şiir nedir hatırlıyorum. Kutsal kelimelerdir şiir! At elinden o kâğıdı kalemi, hiç birini yazma, hep mırıldan. Hepsini kaybet, unut gitsin. Fark etmez. Bir kez ağzından çıkmaları hatta sadece aklından geçmeleri bile yeter. Bırak yazma istersen. Onlar ruhundan çıkar, havaya karışırlar, yele tutunurlar, denize düşerler, toza bulanırlar. Sonra da muhakkak biri bulur onlanı, duyar bir şekil. Bak şu koca şehrin uğultusuna Sadece arabalar, insanlar, fabrikalar, hayvan sesleri değildir bu devasa uğultuyu yaratan. Şiir vardır o uğultunun içinde. Şiir!"
"Sözler hakikat değildir, ağzımızdan çıkan seslerdir. Yeryüzünün gelmiş geçmiş en yetenekli söz ustalan dahi yaşamın en basit anlarını bile bize gerektiği gibi anlatamaz. Renkleri gösteremez, kokuyu duyuramaz, dokunuşun verdiği hazzı hissettiremez, sesleri işittiremez, yiyecekleri tattıramaz, diyelim ki bir mucize oldu bunları yaptı ama insanların ruhunda olup biteni aktaramaz. Belki akıl yürütür. Belki gürbüz düşüncesini aklın üç ayağından biri olan mantığın üzerine bindirip zihnin sonsuz ufuklarında keyfince gezdirir ama insan ruhunun anbean değişen halini asla gerektiği gibi anlatamaz."
Sayfa 135Kitabı okudu
Bu yüzden mutluluk belki de, bir insanın anlamla ilgili sanrılarını, hakim kolektif sanrılarla uyumlu hale getirmesidir. Kişisel hikayelerimiz, etrafımızdakilerin hikayeleriyle uyumlu olduğu sürece hayatın anlamlı olduğunu ileri sürebilir ve bu bilinçle mutlu olabiliriz. Bu aslında üzücü bir sonuç; mutluluk gerçekten kendi kendini kandırmaya mı bağlıdır?
İhtiyar başını sallayıp şöyle dedi: "Barut tekrar gelecek. Bunu hiçbir şey engelleyemez. Aynı eski hikaye yeniden, yeniden yaşanacak. Sayısı artan insanlar savaşmaya başlayacaklar. Barut sayesinde insanlar milyonlarca insan öldürecek ve çok ileride bir gün yeni bir uygarlık, sadece bu yoldan, ateş ve kan üzerinden evrilecek. Peki bunun faydası ne? Eski uygarlıklar nasıl yıkıldıysa bu yeni uygarlık da geçip gidecek. O uygarlığı inşa etmek elli bin yıl alsa da geçip gidecek. Zaten her şey geçip gider. Ge￾riye sadece kozmik güç ve madde kalır, onlar da ebediyen devam edecek, sonu gelmez bir akış içinde birbiriyle itişip çekişecek o ölümsüz tipleri ortaya çıkarır: rahibi, askeri ve kralı. Çağların bilgeliği, şu bebelerin ağzında nasıl da dile geliyor... Kimisi savaşacak, kimisi yönetecek, kimisi dua edecek; uygar devletin hayranlık veren, eşi benzeri görülmemiş harikalarının, sonu gelmemecesine, tekrar tekrar kanlı iskeletleri üzerinde yükseldiği tÜin diğer insanlarsa büyük ıstıraplar içinde sürekli çalışacak.
“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim.
Bütün hayvanlar eşittir, bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.