Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur
“Padişah hükümranlığı soyut, keyfi ve modası geçmiş bir binaydı; diğeri ise istikbal ve hayatı kapsayan gerçek bir mevcudiyetti. Hasta adam Türk milleti değildi, imparatorluk rejimi hasta adamdı, bu müessese Türk milletine sarılmış, onu kendisiyle birlikte müşterek bir felakete sürüklüyordu.”
Sayfa 120
_Az yemek, az uyku, az konuşmak ve herkesle düşüp kalkmamak. İşte doktora ihtiyaç olmaması için yapılması gerekenler bunlardır. _Az ye! Yedikten sonra hazmoluncaya kadar başka bir şey yeme! Zira şifa yemeğin hazmolunmasındadır. İnsanın sağlığını bozan yemek üzerine yemek yemektir. Tıp ilmi ki beyte sığdırılmıştır. Ve söylemenin güzeli de kısa
Reklam
Padişah, özellikle muhalefetin yoğunlaştığı 1890'lardan itibaren tekkelerden ve tasavvuf çevrelerinden çekinmeye başlamıştı; 1900 yılı civarında Nakşibendiler dahil olmak üzere pek çok tarikatın üyeleri sürgüne gönderilecek, Mevlevi tarikatı gibi kimi tarikatların üyeleri sürekli denetim altında tutulacaktı. Bütün bunlar, sonraları İslamcılık ile II. Abdülhamid arasında kurulan özdeşleştirmenin hatalı olduğunu gösterir.
Sayfa 402 - Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, s. 70-72.Kitabı okudu
Devletin, hem milletin hem de ülkenin sahibi olarak tanımlanması Çağdaş demokratik devlet kavramına aykırı bir yaklaşımdır. Bilindiği gibi Ortaçağ Avrupası'nda krallar ve Osmanlı'da ise Padişahlar tanrının yer yüzündeki temsilcileriydi. Onlar hem milletin hem de ülkenin sahibi sayılıyordu bu anlayışı günümüze taşıyarak padişahın yerine soyut devleti koymak ve onu hem ülkenin hem de milletin sahibi yapmak aslında "devlet benim!" diyen "sivil asker bürokrasiye" padişah yetkilerini tanımakla eş anlamlıdır.
saf Almanların devrimciliği
Vambery’nin Londra’da Yeni Osmanlılarla olan tartışmalarından edindiği izlenimi şu acı alaycı satırları gösterir: “Bunlar iktidardaki paşa ve efendileri eleştirirler; onların kötü yönetimlerinin Kur’an yaralarına ve padişah iradesine aykırı olduğunu ileri sürerlerdi. İslavcılığa ve Avrupacılığa karşı İslâmcılıkla karşı konulabileceğine inanıyorlardı. Avrupa devrimcilerini taklit ederek birtakım soyut ilkeleri tekrarlamakla birlikte, Osmanlı cetlerine karşı olduğu kadar şimdiki padişaha da bağlılıklarını sürdürüyorlardı. Bunların devrimcilikleri, başında bir grandük olmak şartıyla cumhuriyet isteyen bazı saf Almanların devrimciliğine benziyordu.”33 Cahun de mektuplarında Namık Kemal’in Osmanlılığı ile hafiften eğlenir gibidir.
TÜRK ULUSUNUN İZLEMESİ GEREKEN SİYASAL İLKE: ULUSAL SİYASA Baylar, Meclis'in açıldığı ilk günlerde, Meclis'e, içinde bulunduğumuz durum ve koşulları, izleme ve uygulanmasını uygun gördüğüm düşüncelerimi bildirdim. Bu düşüncelerin başlıcası, Türkiye'nin, Türk ulusunun izlemesi gereken siyasal ilke ile ilgili idi. Bilirsiniz ki,
Reklam
Şimdiye kadar hareket, çevresinin dar sınırları içinde kalmıştı. Gördüğümüz gibi 1860 katliamlarının yarattığı duygu devrimi ve edebi canlanma, kültürel ve sosyal uyanış sayesinde ortaya çıktı. Onu hareke. te geçiren güçler sadece ahlaki düzenden, ekonomik ihtiyaçlardan veya politik teorilerden etkilenme değil, aynı zamanda içten gelen duygular
"Padişah şöyle büyüktü, ordu şöyle yamandı" filan, ama bir yandan da ye­nilgiye uğruyordu. Aslında Osmanlı hiçbir zaman mimariyi Avrupa'nın anladığı içerikte değerlendirmemiştir. Osman­lı'nın insan yapısı çevre konusundaki tutumu kültürünün ta­nımlanması bağlamında önemli bir yeridir. Avrupa'ya gittiği­niz zaman, sıradan bir şehirde bir gotik katedral görüyorsun, o gotik katedralin üzerindeki emek, işçilik inanılmaz boyut­larda. Reims Katedrali'nin üzerinde üç binden çok heykel var. Oraya yatırılan para ve emeği düşünürsen, bütün Os­manlı camilerini toplasan o kadar emek harcanmamıştır. Ama Reims Katedrali, yüz elli, iki yüz senede yapılıyor. Bizde padişahın camisini beş-on yılda bitiriyorlar. Bütün olay sulta­nın kendisi kadar soyut.
Sayfa 122 - Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları - II. Baskı: Ocak 2008 • İKİNCİ BÖLÜM: Aynı Gün Akademisyenliğe ve Evliliğe AdımKitabı okudu
Geleneksel Osmanlı kültürü peder-evlat, hoca-talebe, pir-mürid, padişah-kul gibi bir kişiye bağlılıkta toplanan ilişkiler üzerine kuruluydu. Bu tip ilişkiler Batı'da matbaa, kitap ve gazetenin yaygınlık kazanmasıyla zayıflamaya başlamıştı. Batıda, "metin" olarak varlığını sürdürebilen, fakat aynı zamanda tahlil edilebilen, müzakere açan, gücünü bir anonim okurlar kitlesinden alan "kitap", yerleşmiş tek kitap olan İncil'i de aynı esnek kalıpların içine soktuğundan, dini bile otoritesinin ispatlanması gereken ilkeler arasına sokmuştu. Zamanla, devletin merkezileşme eğilimleri karşısında, kitabın etkisi, iletişim dinamiğinden temel bir değişiklik meydana getirdi. "Gerçek", artık bir "hoca”nın irfanından değil, soyut kuramların kendi iç yapısından çıkarılmaya çalışılıyordu. Otoritenin -"baba"nın bu çeşitli görüntüleri seviyesinde- baltalanması, onun yerine seçme olanağının -yani "hürriyet"in- getirilmesi, "kitap”ın marifetidir.
Savaş önce siyasi ve muktedir bir zihinde bir fikir olarak beliriyor ya da aynı anda farklı zihinlerde zuhur ediyor olmalı. O fikir benzer fikirlerle besleniyor, onaylanıyor, kışkırtılıyor, neticede kıvama geliyor. Sonra resmiyet kazanıyor; meclisten, padişah iradesinden, resmi gazeteden geçiyor, kanuna dönüşüyor. Kâğıt ve mürekkeple varlık buluyor bu aşamada fakat henüz soyut, hâlâ kâğıt üzerinde. Sonra şifreli telgraflar, telefonlar ve ajanslarla gönderilen emirler ve talimatnamelerden ibaret bir eylem takvimi coğrafyanın en ücra köşelerine kadar kan pompalayan bir damar ağı gibi atmaya başlıyor. Hâlâ kelime hâlinde, kâğıt üzerinde.
Reklam
XV. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde mutlak, bölünmez bir egemenlik inancı yerleşmişti. Devlet, hânedânın bir mirası gibi düşünülmüyor, pâdişah, halife veya imparator gibi bölünmez bir egemenliğin temsilcisi sayılıyordu. Devlet gücü, hukukun ve her türlü imtiyaz ve tasarrufun kaynağı sayılan tek egemenlik sahibi hükümdarda toplanıyordu. Otoriteye, ülke ve nüfus unsurları yanında ölçüsüz derecede üstün bir yer veren bu devlet-hükümdar anlayışı, devleti mutlak ve bölünmez bir tek iradeye indirgiyordu. Böylece, kabile-devlet gelenekleri bertaraf edilerek, Roma tarihindeki gibi mutlak ve soyut bir hâkimiyet anlayışına varılmış oluyordu. Osmanlı tarihinin ilk yüzyıllarını dolduran taht mücadeleleri, aslında bu gelişmiş devlet ve hâkimiyet anlayışında aranmalıdır.
"Kapitalizmi ve Batı medeniyetini yapan en önemli faktör burjuva zihniyeti iken Osmanlı toplum ve ekonomisini büyük ölçüde ahi zihniyeti yönlendirmiştir."..." Şeyhülislam ilmiye zümresinin başıdır. Protokolde sadrazama eşittir."..."Rakabe toprağın soyut mülkiyeti olup devlete, intifa hakkı ise kullanım hakkı olup kişilere aittir."..."Üstelik bütün tımarlı sipahilerin hakları padişah değişikliklerinde otomatikman düşüyordu."
İlkel Toplumda Babahan nasıl önce Kahraman, sonra Tanrı olduysa, Hristiyanlıkta kişi olarak İsâ nasıl Allah demekse, tıpkı öyle, Osmanlılıkta da kişi olan Padişah demek Devlet demektir. Orada Devlete kapitalizmin giydirdiği insanüstü Soyut ve Esrarlı hiçbir yan katılmaz. Etiyle, kemiğiyle bir insan Padişah kılığında som Devlettir.