Roman ya da şiir, yâni kitap okumayı, asıl hayatın dışında sayan dostuma, nedenini anlatamazdım; anlatsam da, anlar mıydı, doğrusu kuşkuluyum. Oysa edebiyat hayatın içindedir, kendisidir; yekdiğerini iyi anlamak ya da yaşamak, ancak ikisini bir arada götürmekle mümkün: Paris'in tadını çıkarmasına ben de çıkardım ama, Carco'dan Colette'e, Zola'dan Proust'a, Creven'den, MacOrlan'a sürü sepet yazarın kitabını okumuş olmasaydım, acaba aynı tadı alabilir miydim? Hiç sanmıyorum.
Okumanın yeri ve zamanı yoktur, bir kitap medeniyeti olan Batı Avrupa bunu çok iyi anlamıştır; gören bilir, kahvede, parkta, sokakta, metroda ve plajda, hasılı her yerde okurlar; belki görmüşsünüzdür, TV5 yayınlarında, hemen her programda -hâttâ 'haberler'de- mutlaka bir kitaptan söz edilir, yazarı da orada bulunur, konuşurlar. Eğer kitabı 'boş vakti geçirmek' ya da ‘eğlenmek için okumak uygundur diye alıyorsanız, yanlış bir yoldasınız; çünkü sanayi toplumu insanı öyle meşgul edici toplumdur, 'eğlence' diye öyle çeşitli fırsatlar ve imkânlar sunmaktadır ki, zaten ne o vakti ayırabilir ne de o keyfi tadabilirsiniz.
Unutulmaması gereken ders, bence şu: O toplumu da onun abes (saçma/absurde) ya da beşeri olmayan niteliklerini anlayabilmemiz de ancak kitap okumakla mümkündür.
…
Konu aynı, sözler aynı, söyleyen aynı; fakat o, 'tahriri/yazılı' olursa anlamıyor, aklında yer etmiyor; ancak 'şifahi/sözlü' olursa anlayabiliyor çünkü konuşma ve dinleme onun için hayatın içinde, hayatın kendisi oysa okuma değil!