Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Serhat Akış

Serhat Akış
@Drad
8 okur puanı
Mart 2020 tarihinde katıldı
Bir dahinin çıkması için bir halkın içinden milyonlarca insanın geçmesi gerekmiştir her defasında. Gerçek anlamda tarihsel bir olayın, insanlığın yazgısını değiştiren bir anın gelmesi için de milyonlarca yararsız anın akıp gitmesi gerekir. Tek bir evet, tek bir hayır, biraz erken davranma veya biraz gecikme bir bireyin, bir halkın hatta bütün insanlığın yazgısını belirler.
Reklam
“Adı,” dedi. “Skylla. Değiştirilmiş anlamına geliyor. Belki canavar olmak baştan beri kaderinde yazılıydı da sen sadece aracı oldun.”
Ahıra girdiğimde kamburu çıkmış, çarpık bacaklı, çilli ve kel ahırcıyı atımın gözünü incelerken bulgum. Yanında durdum ve beni başıyla selamladıktan sonra, "Olağanüstü iyi huylu bir hayvan," dedi. "Gözü nasıl?" diye sordum. "Ben de bunu konuşmak istiyordum seninle. Bu gözün alınması gerekiyor." İşaret edip, "İki kapı aşağıda bir veteriner var," dedi. Böyle bir işlemin bana kaça patlayacağını sordum. " Yirmi beş dolar civarında tahminimce. Adamla konuşman gerek, fakat o civarda olacağını biliyorum. " "Atın kendisi yirmi beş dolar etmez. Bir göz bana eş dolardan fazlaya patlamamalı." "Ben beş dolara çıkarırım," dedi. "Sen mi? Daha önce yaptın mı?" "Bir ineğe yaptıklarına tanık olmuştum." "Nerede yapacaksın?"...

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
"Öbür türlü olabilseydi. Sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı! Bu uğurda... Bu uğurda her şeyimi verirdim! Evet, koca dünyada vermeyeceğim hiçbir şey yok! Ruhumu bile satarım bu uğurda!"
Ölüm fikrinin dünya kurulalıdan beri insanlara yaptırdığı lüzumsuzlukların had ve hesabı yoktur... Bu hususta bir nebzecik tahkikat yapmak fikrimi ispata kâfi gelir. Ölüm korkunçtur, fakat onu, olduğundan fazla korkunç değil, biraz da nasıl diyelim, ölüm kelimesinin dehşetine pek yakışmıyor ama tuhaf ve gülünç yapan da onlardır, biziz. Medenilerin bu baptaki âdetleri, o teşrifat, o merasim, o bâtıl itikatlar, o esassız üzüntüler, onlar malum… Hepimiz biliyoruz, hepimiz manasızlıklarını anlıyoruz, fakat ölümün kendinden korktuğumuz için etrafında yapılan işleri de, ne olur, ne olmaz, pek uluorta tenkide cesaret edemiyoruz.
Reklam
Ona karşı hissettiklerim çok kutsal , çok saf, çok kardeşçe bir sevginin sonucu değil mi? Bir kez olsun ruhumda cezalandırılması gereken bir arzuya kapıldım mı ? - Yine de iddialı konuşmayayım.
Bunun böyle olmaması lazımdı . Herhangi bir yerde doğmuş ve herhangi bir adamın oğlu bulunmuş olmak bu kadar mühim değildi. Asıl mühim olan, iki insanın birbirini bulması bu derece güç olan şu dünyada, bu nadir saadete ermekti. Öte tarafı hep teferruattı. Bunların kendiliğinden düzelmesi, asıl büyük noktaya, birbirimizi bulmuş olmak hakikatine uyuması lazımdı. Fakat böyle olmayacağını da gayet iyi biliyordum . Hayatımızın, bir takım ehemmiyetsiz teferruatın oyuncağı olduğunu, çünkü asıl hayatın teferruattan ibaret bulunduğunu görüyordum. Bizim mantığımızla hayatın mantığı asla birbirine uymuyordu.
“Bu Vietnam gazileri, savaştan sonraki hayatlarında kendileri de en kötü şeylerden geçmiş adamlardı: Boşanma, içki, uyuşturucular, suç, polis, hapis, depresyonun yıkıcı tükenmişliği, kontrolsüz ağlamalar, haykırmak, bir şeyleri parçalamak istemeler, metallerin uçuşunu ve göz alıcı patlamaları ve kopmuş uzuvları yeniden yaşamaktan, esirlerin ve ailelerin ve yaşlı kadınların ve çocukların öldürülüşünü yeniden yaşamaktan ileri gelen şeyler, ellerin titremesi ve vücudun seğirmesi ve yüzdeki gerginlik ve tepeden tırnağa terlemeler.”
İki kardeşten en kararlısı olan Pedro Vicario, kızım belinden tuttuğu gibi kaldırmış, yemek masasının üzerine oturtmuştu. “Hadi kızım anlat” demişti ona öfkeden titreyerek, “kim olduğunu söyle bize.” Kız, onun adını ancak söyleyebilecek kadar bir süre duraksamıştı. Karanlıkların içinde aramıştı o adı, bu dünyada ve öteki dünyada birbirine karışmış onca ad arasından ilk bakışta bulup çıkarmıştı onu; tıpkı ölüm fermani ezelden beri yazılı olan iradesiz bir kelebekmiş gibi, isabetli bir atışta onu duvara mıhlayıvermiş ve “Santiago Nasar” demişti.
Reklam
Ressamlar -sadece onları ele alacak olursak - ölmüş, gömülmüş olanlar da yapıtları aracılığıyla bir sonraki ya da birbirini izleyen birkaç kuşağa bir şeyler söyleyebiliyorlar. Hepsi bu mu, yoksa daha fazlası var mı? Bir ressamın yaşamında en zor şey ölüm değildir belki de. Kendi payıma, bu konuda bir şey bilmediğimi kabul ediyorum. Ama yıldızlara baktığımda düşlere dalıyorum, tıpkı bir haritada kentleri ve köyleri gösteren siyah noktalara bakarken düşlere aldığım gibi. Neden, diye soruyorum kendime, gökte pırıl pırıl parlayan noktalar da Fransa haritasında kara noktalar kadar ulaşılabilir olmasın? Bizi Tarascon veya Rouven’e nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ölüm götürür. Bu düşüncede kuşkusuz doğru olan bir şey varsa o da şu: Yaşadığımız sürece yıldızlara varamayız, nasıl ki öldükten sonra trene binemeyiz, öyle. Dolayısıyla, kolera, böbrek taşları, verem, kanser gibi şeyler göksel ulaşım araçlarıdırlar gibi geliyor bana; vapur, otobüs, tren türünden yeryüzü ulaşım araçları gibi aynı… Yaşlılık yüzünden sessizce ölmek oraya yürüyerek gitmek gibi bir şey.
O tarihlerde Mustafa Ağabey bana Allah’a ulaşmak için yollar bulunduğundan, bu yollardan birine girenlerin bir takım sıkıntılar çekmekle birlikte daha yüksek bir ilim ( İlm-i Ledün ) sahibi olduklarından, bu yollardan ancak yetenekli bâzı kimselerin geçebildiğinden Allah’a ulaşan “erenler”in ise evliyâlar olduğundan bahsetmeğe başlamıştı.
“ … ormanda bir ağaç devrilirse ve bunu kimse duymazsa ağaç ses çıkarmış olur mu olmaz mı? Hector, o güne kadar epeyce kitap okumuştu, filozofların bütün numaralarını ve argümanlarını biliyordu. Biri bir film çekerse ve bu filmi kimse görmezse, o film var mıdır yok mudur? İşte yaptığını böyle mazur gösterdi. Seyirciye gösterilmeyecek filmler çekecekti. İnanılmaz bir nihilizm örneğiydi bu… “ Resimler ne kadar güzel ya da çarpıcı olursa olsun beni asla sözcüklerin tatmin ettiği kadar etmiyordu. Çok fazla şey sunulduğunu hissediyordum, seyircinin hayal gücüne fazla bir şey bırakılmıyordu. Bu nedenle, içgüdüsel olarak, siyah-beyaz filmleri renklilere ; sessiz filmleri seslilere yeğlemiştim.
“Hayatımda yaptım, yaptım, yaptım ama yine de az yaptım. Benim gibi adamların bin yıl yaşaması gerekirdi.” Zorba
Voltaire bana bir sürü sordu, bunlardan biri de şuydu: “Gökyüzüne yaklaşmak için mi kardeşiniz yukarıda oturuyor? “ “Kardeşim,” dedim, “yeryüzünü daha iyi görmek için biraz daha uzaktan bakmak gerektiğini savunuyor.” ———— - Nasıldı durum? - Bilirsiniz efendim ordular hep zarara neden olurlar getirdikleri düşünceler ne olursa olsun. - Yıllardır, korkunç bir şey, elimden geldiğince savaşıyorum. Bütün bunlar da kendi kendime açıklayamadığım bir ülkü uğruna… - “Ben de” dedi Cosimo, “ yıllardır ne olduğunu kestiremediğim bir ülkü uğrunda yaşıyorum”
Evet, inanmaya inanmıyoruz. Velakin, “Zübükzade İbraam Bey’in evine hükümet gelecekmiş” diye sen bana söylüyorsun, ben sana söylüyorum. Söyleye söyleye birbirimizi kandırmaya başladık. Derin düşüncelerin sonunda şunu anladım. Bizim Zübükzade’nin yalanlarına inanmazken inanmış görünmemiz, kumara benzer bir iş. “ Kumarda ütülen doymazmış “ derler, ne doğru..Kumarda insan parayı verdikçe veresi gelir, he mi ? Evet herif yalan diyor biliyoruz. Velakin, ya yalan değilse… Hepimize attığı kazıkların bir ucu gökkubesine, bir ucu yedi kat yerin dibine varmış. Şimdi biz yediğimiz kazıklar çıkar m’ola, diyerek bile bile yalana göz yumuyoruz. Kazıklandıkça insanın daha çok inanası geliyor. ——————— Bu Aklı Evvel Bedir Hoca’nın Kara Bela diye bir oğlu var ki düşman başına. Bu Kara Bela söze başladı. - Dayılar, emiceler, hemşehriler, arkadaşlar duyduk duymadık demeyin haaaa! diye tellal gibi çığırmaya başladı. Tahrirat Katibi Rıza Bey bunu tersledi. - Dur yiğit dur. Dur koçum yavaş hele.. Sığır bile sığırken, yaylım dönüşü ahırının kapısına geldi mi bir böğürür. Bura nere ? Muallimler bir karar çıkarıp buraya adımını attırmasalar yeri ya.. Sen bu teşrifatsızlığı baban olacak katmerli gavattan mı tahsil eyledin ? Bir selam ver bakalım şöyle efendi gibi …
Reklam
O gece Azrail seni yoklayayım diyerek Atiye’nin yanına geldi. Elini Atiye’nin yüreğinin üstüne koydu. Sonra Atiye’ye vaktinin geldiğini bildirdi. Atiye Azrailin ellerine sarıldı. Kocasıyla helalleşmeden kendini götürmemesi için yalvardı ve oğlunun askerden gelmesini beklemesini söyledi. Ama Azrail sürekli başına gelip gitmekten yorulduğunu öne sürüp isteğini geri çevirdi. Azrail vakit olmadığını ve yüreğinin kapakçığının artık açılıp kapanmaktan yorulduğunu, birazdan bir daha hiç açılmamak üzere kapanacağını söyledi. Atiye “Kapanmamasının bir çaresi yok mudur” diye son bir umutla sordu Azrail ona çare bulunsa bile rahmindeki yaranın büyüyüp yayıldığını ve o yaranın onu öte dünyaya götüreceğini söyledi. Azrail tüm ağırlığı ile Atiye’nin göğsüne çöktü. Atiye gözlerini tavana dikti ve tanrıya isyan etti. “ Ben sana ne yaptım ki bir oğlumu bana göstermiyorsun” diye bağırmaya başladı “ Varsan oğlumu göster “ diye içinden bağırdı. Azrail’i göğsünden kaldırmak için çırpındı. Ağzına geleni verdi veriştirdi. Atiye’nin Azraille kavgaya tutuşması ve kendine karşı inancını bozması Allahın gücüne gitti. Azrail’e Atiye’nin başından geri çekilmesini emretti. Atiye’ye “sancılarıyla ve yaralarıyla yaşama cezası” verdi.
Yıllar boyu karşılaştığım insanlar bana ikide bir neyle meşgul olduğumu sordular, ben de genellikle dedim ki Dresden hakkında bir kitap yazmakla meşgulüm. Bunu bir keresinde film yapımcısı Harrison Star’a söyledim. Adam kaşlarını kaldırıp “Savaş karşıtı bir kitap mı ? “ diye sordu. “Evet,” dedim. “Savaş karşıtı kitap yazdığını söyleyen insanlara ne diyorum biliyor musun?” “Hayır. Ne diyorsun?“ “Niye onun yerine buzul karşıtı bir kitap yazmıyorsun diyorum. “ Kastettiği şuydu tabi, savaşlar her zaman olacaktı. Savaşları durdurmak ancak buzulları durdurmak kadar kolaydı. “ —— İncil esasen şunu öğütlüyordu: “Birini öldürmeden önce önemli kişilerle akrabalığı olmadığından emin ol. Oluyor işte. Hıristiyan hikayelerinin kusuru, İsa pek öyle görünmese bile Evrendeki En Güçlü Varlığın Oğlu idi. Okurlar bunu anlıyordu o sebeple çarmıha gerilme noktasına geldiklerinde şöyle düşünüyorlardı. Ulan bu kez yanlış adamı sallandırdınız işte! Bu düşüncenin bir de kardeşi vardı:”Sallandırması caiz adamlar vardır.” Kimler? Önemli kişilerle akrabalığı olmayanlar. Oluyor işte… #kurtvonnegut #mezbahabeş
“Petroviç’in sonunda paltoyu getirdiği gün, Akakiy Akakiyeviç’in hayatındaki en önemli gündü” “Petroviç de peşinden gitti ve caddenin ortasında durarak paltoya uzaktan uzun uzun bir daha baktı, sonra dönemeçli bir ara sokaktan dolanıp tekrar caddeye koşmak ve diktiği paltoya başka bir açıdan, bir kez de önden bakmak için yan tarafa saptı” “Ve Petersburg, sanki orada hiç yokmuş, hiç olmamış gibi Akakiy Akakiyeviç’siz kaldı.”
Korkuyu Beklerken’den..
“Sabah uyanınca sevinçliydim. Uyku, zamanımın dörtte birini, dakikaları saymadan geçirmemi sağlıyordu.“ syf 44 “Dünya benim gibi insanlarla dolu mahallelerden meydana gelseydi bir beton çölüne dönerdi. İnsanlığın ve insansızlığın yüz karasıydım. Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düşmek istedim. Belki tam düştükten sonra çıkmak kolay olurdu.“ syf 64 “Ne yemek pişirmesini, ne de okumasını becerebildim; ne ingilizceyi, ne de tabiatı sevmesini öğrenebildim.” Syf 78
“Hassasiyet gerektiren önemli bir sorunla karşı karşıyaydım. Sorunu ışıkları söndürüp yatağa girerek hallettim” syf 9 “Günü nasıl değerlendireceğimi düşünerek yürümeye başladım. Aklıma yapacak bir şey gelmeyince kentte dolaşmaya karar verdim.” Syf 10 “Tanrım, artık bir ateist olduğum için beni bağışla, ama Nietzsche’yi okudun mu? Ne kitap! Ulu Tanrım, sana karşı dürüst olacağım. Bir teklifte bulunacağım sana. Benden büyük bir yazar yarat kiliseye döneyim. Ve lütfen tanrım, bir ricam daha olacak: annemi mutlu kıl. İhtiyar o kadar önemli değil, onu şarabı var ve sıhhati yerinde ama annem her şeye kaygılanır. Amin” syf 20 “Kitap kabul edildi, sözleşmeyi postalıyorum, Hackmuth. Bu kadar. Telgrafı elimden bıraktım. Sonra dizüstü çöküp telgrafı öpmeye başladım. Yatağın altına girip uzandım. Güneş ışığına ihtiyacım yoktu artık. Ne de dünyaya, ne de cennete. Öylece yattım orada. Ölmeye hazırdım. Başka hiç bir şey olamazdı hayatta bana. Hayatım son bulmuştu” syf 138 “Koltukta kitabım duruyordu, ilk kitabım. Kalem buldum, ilk sayfayı açtım ve şöyle yazdım. Camilla’ya sevgi ile, Arturo. Kitabı güneydoğu istikametinde iki yüz metre kadar metre taşıdım, sonra var gücümle Camilla’nın gittiği yöne fırlattım. Sonra arabaya bindim çalıştırdım ve Los Angeles’a döndüm. “ syf 155
Sayfa 9 - ParantezKitabı okudu